Bu fotoğrafı hatırladınız mı? Yıllar önce, Gezi isyanı sırasında dolaşımdaydı, elden ele, duvardan duvara. O günlerden, benim de aklımda en çok kalan dilekti bu. Hayır devletten, hükümetten falan değil. “Mesele 3-5 ağaç değil” diyen, ülkenin her köşesinden, sokaklara çıkıp derdini haykıran milyonlarca insanın (bence) en ortak istemiydi.O günden bu yana epey zaman ve pek çok seçim süreci yaşadık. Her seçim dönemi, özünde çok şey değişmeyen, ülkece demokrasi halüsinasyonuna kapıldığımız, hâliyle de aidiyet duygularımızın, tarafgirlik heveslerimizin ayyuka çıktığı, gündelik hayatımızın yoksunluğu içinde bir başımıza kalmışken bir anda bir “bizlik” duygusuyla kendimizi kalabalıkmışız hissiyatı içinde “iyi” hissettiğimiz, bir o kadar da ruhumuzdaki en hamasî düşmanlık ve intikam duygularımızın kabardığı dönemler.
Eskiden olsa, bu saldırganlık heveslerimizi sokaklarda kalabalıklarla dolaşarak, bizden olmayana sataşarak, hatta köşe başında sıkıştırıp haddini bildirerek tatmin ederdik, ama şimdilerde artık teknoloji sayesinde daha(!) uygar davranabiliyoruz. Hayatımızın vazgeçilmez parçası oluvermiş, kendimizi herkese ifade etme olanağı bulduğumuz bu, en sosyal medya ortamımızda bizden olmayana haddini bildirmek için ayağa kalkmaya bile gerek yok, iki satır küfür yetiyor, ne kolu ne çenesi yoruluyor insanın.
1930’lu yıllarda, Dimitrov Orta Avrupa deneyimine bakarak, faşizmi şöyle tanımlamıştı: “Finans kapitalin EN gerici, EN şoven, EN emperyalist unsurlarının AÇIK, TERÖRİST diktatörlüğü” demiş ve Komintern de bu tanımı onamıştı. Devamında, mevcut rejimin faşist olup olmama kriterlerini tanımlarken de, devlet örgütü içinde en tepeden atılan bir taşın, hiçbir engele takılmadan en alta kadar gidebilmesi örneği verilirdi. Bu düzeneğin, yani en tepedekinin “şak” diye emretmesi, en alttakinin de “tak” diye yapmasının bir tek şartı var: merkezi iktidarın etrafında kusursuz bir biatla toplanmış emir erleri kitlesi. Geçen yüzyılın hem Avrupa, hem Latin Amerika, hem Asya hem de Türkiye’deki diktatörlük deneyimleri bunu yeterince ispatladı bile çoktan. Ama her faşizm dönemi kendini, hayatını, gençliğini feda eden bir neslin direnişiyle sona erdi geçen yüzyılda.
Yeni yüzyıldaysa artık bu kadar açık ve aleni yürümüyor işler hâliyle. Sistem ve egemenleri bu denli açık bir faşist diktatörlük yerine, tehlike anında camı kırılıp ortaya salınacak, daha küçücükken yonttuğu körpe beyinlerin içinde büyüttüğü asker ruhları yetiştirerek yürütüyor saltanatını. Bu yöntemin kendini gösterme biçimiyse, “kendi gibi düşünmeyen herkesi düşman belleyen”, daha da kötüsü herkesi de kendi gibi tanımlayan, yani kendi gibi olmayan herkesin de kendini düşman gibi gördüğünü sanan bir ortak paranoyayla eğitiyor hamasetle körleşmiş zihinleri, bir salgın hâlinde.
Dünya ve insanlık tarihinin en köklü, en eski yerleşimlerinden biri olan Anadolu coğrafyasında, binlerce yıldır birbiriyle hep birarada yaşamayı başarmış ve bu sayede müthiş zenginlikte sentezlenmiş ortak bir kültür yaratan halklar ordusunu bile son yüz yılda birbirine kırdırarak mülküne mülk, zenginliğine zenginlik katan bir egemenler güruhunun da becerebildiği bundan ibaret. Bundan böyle, önümüzde iki seçenek var: Anadolu’nun kadim halkları olarak bu coğrafyada nasıl bir yaşamı seçeceğimizin kararını vereceğiz hep birlikte. Ya içimizdeki faşistten kurtulup bir arada yaşamayı, birbirimizle saygı ve hoşgörü temelinde etkileşmeyi seçeceğiz, ya da bizden farklı düşünen herkese karşı düşmanlığımızı büyütüp nefret ve intikam duygularımızın esaretiyle birbirimizin değerlerini yok ederek haramilerin saltanatının sürmesinin, mülklerine mülk katmasının yolunu açacağız.
Yorumlar (0)