Bir Yönetim Biçimi Olarak Kayyum Rejimi

Bütün bu hikayenin esin kaynağı, toplumsal eşitsizlik nedeniyle köleleştirilen sınıfların, kimliklerin, cinsiyetlerin, kültürlerin, inançların özgürlük ve eşitlik mücadelesidir. Bir başka ifade ile Kürtler, kadınlar, işçiler, Aleviler, gençler, göçmenler; özgürlük ve eşitlik istediği için bu baskı ve şiddete maruz kalmaktadırlar. Bugün kayyum denilen soyutlama, sadece uygulanmaya konulan yerleşkenin halkının politik tercihini gasp etmekle yetinmemekte, Akbelen, Kazdağları, Şırnak'ta halkın yaşam alanları ve doğa talanı olarak somutlanmaktadır. Kayyum şiddetinin utangaç savunucuları “partiler aday gösterirken dikkatli olsalar bu sonuç çıkmaz” gibi bir savla mağduru suçlamaktadırlar. Bu kayyum sevicilerine bir dizi yanıt vermek mümkün ama tek bir kaç örnekle yanıt vermeyi yeterli görüyorum. Akbelen'de yaşam alanlarını savunan köylüler, ormanları işgal ettikleri iddiasıyla yargılanıyorlar. Ormanı korumak için günlerce direnenler, ormanı yok edenler tarafından işgalci olarak, yani bir tür terörist olarak sıfatlandırılıyorlar. Bu zihniyet yakında Akbelen Muhtarlığına da kayyum atarsa şaşmasın kimse. Boğaziçi Üniversitesine atanan kayyum ve buna karşı ısrarla direnen öğretim üyelerini de hatırlatalım.

Bir Yönetim Biçimi Olarak Kayyum Rejimi

Karar vermek zorundayız, ya bize sürekli vazedilen o masala, bu düzenin değişmeyeceğine ikna olup boyun eğeceğiz ya da bebeklere, çocuklara, kadınlara, işçilere, halklara kan kusturan bir avuç asalağın düzenine son vereceğiz

V. İ. Lenin

Yaşadığımız coğrafyada kayyum modelinin bir hikayesi var. İlk kayyumu, Osmanlı'nın son yıllarında, iktidardaki İttihatçılar 1912'de Siirt'in Şirvan Belediyesi'nde Yusuf Kamil Bedirhan'ın yerine atadı. Devamında, tek parti iktidarı döneminde, 1930-1948 yılları arasında Kürt illerindeki 90 kadar belediyeye kayyum atandı. Çok partili sisteme geçme hazırlıkları, kayyum uygulamasının da sonu oldu. Çünkü en kısıtlı demokrasi bile kayyumla bağdaşmaz, aynı bünyede var olamazdı,

2016'da kayyumlar bu kez AKP iktidarı elliyle geri döndü. AKP-MHP iktidarıyla birlikte kayyum, istisnai durumdan çıkarılarak sürekliliği olan bir rejime dönüştürüldü.  Bu bağlamda daha önce sadece Kürt illeriyle sınırlı olan kayyum, bu defa el yükseltilerek Türkiye'nin batısında da uygulamaya konularak bütün Türkiye halklarının ortak yazgısına çevrildi. Yani iktidar, seçim öncesi bütün devlet olanaklarını kullandığı, yetmezmiş gibi türlü türlü hilelere rağmen kaybettiği belediyeleri kayyum yolu ile geri almaktadır. Siyasette bunun adı, AKP ve MHP'li dahil kayyumun yapıldığı yerleşkenin bütün halkına karşı ‘darbe’dir. Zira sadece muhalefetin seçtiklerine değil, iktidar bloğunun kendi seçtirdiği meclis üyelerine de kayyum atanmaktadır. Bir başka ifade ile kayyum, atanan yerleşkenin ayrımsız bütününe  karşı yapılmış siyasi darbedir. Bunun hukuk ya da siyasetle izah edilir bir tarafı yoktur.

Bir Toplumda Tek Bir İnsan Özgür Değilse, O Toplum Özgür Olamaz.

Her nesnenin, olgunun, olayın bir hikayesi, bir arka planı var. 12 Eylül sonrası sıkıyönetimin kaldırılmasının ardından, 19 Temmuz 1987 yılında Diyarbakır, Siirt ve Van illerinde OHAL yürürlüğe sokuldu. Üç il ile başlayan ancak çok kısa bir sürede bütün Kürt illerini kapsar şekilde genişletilerek, Kürtlere karşı farklı idari ve hukuki bir rejime dönüştürüldü. OHAL rejimi hukuktan azade, köy yakmalar, köy boşaltmalar, failli malum cinayetler yoluyla binlerce insanlık suçu işleyerek bölgede bir korku imparatorluğu yarattı. Ancak OHAL bu hukuksuzluklarla yüzleşilmeden, failleri yargılanmadan, 06 Nisan 2003'te AKP iktidarı tarafından uygulamadan kaldırıldı. Sahici bir siyasi hesaplaşma yapılmadığından otoriterleşmek adına kullanışlı bir araç olan OHAL, kayyum adı altında AKP iktidarı tarafından yeniden sahnelere getirildi. Tıpkı kadın cinayetlerindeki cezasızlığın yarattığı cesaretle cinayetlerin hız kesmeden artmasında olduğugibi OHAL döneminde işlenen insanlık suçlarına karşı cezasızlığın verdiği cesaret, bugün kayyum olarak toplumsal hayatımızda vücut bulmaktadır.

Bütün bu hikayenin esin kaynağı, toplumsal eşitsizlik nedeniyle köleleştirilen sınıfların, kimliklerin, cinsiyetlerin, kültürlerin, inançların özgürlük ve eşitlik mücadelesidir. Bir başka ifade ile Kürtler, kadınlar, işçiler, Aleviler, gençler, göçmenler; özgürlük ve eşitlik istediği için bu baskı ve şiddete maruz kalmaktadırlar. Bugün kayyum denilen soyutlama, sadece uygulanmaya konulan yerleşkenin halkının politik tercihini gasp etmekle yetinmemekte, Akbelen, Kazdağları, Şırnak'ta halkın yaşam alanları ve doğa talanı olarak somutlanmaktadır.

Kayyum şiddetinin utangaç savunucuları “partiler aday gösterirken dikkatli olsalar bu sonuç çıkmaz” gibi bir savla mağduru suçlamaktadırlar. Bu kayyum sevicilerine bir dizi yanıt vermek mümkün ama tek bir kaç örnekle yanıt vermeyi yeterli görüyorum. Akbelen'de yaşam alanlarını savunan köylüler, ormanları işgal ettikleri iddiasıyla yargılanıyorlar. Ormanı korumak için günlerce direnenler, ormanı yok edenler tarafından işgalci olarak, yani bir tür terörist olarak sıfatlandırılıyorlar. Bu zihniyet yakında Akbelen Muhtarlığına da kayyum atarsa şaşmasın kimse. Boğaziçi Üniversitesine atanan kayyum ve buna karşı ısrarla direnen öğretim üyelerini de hatırlatalım.

Peki buralarda suçlu kim? Dolayısıyla kayyum döngüsünü bütün istibdatçı veçheleri ile görmemek, iktidarın yedeğine düşmektir. Muhalefet bu yedeklenmeden çıkmadan ülkede demokratikleşme beklemek aptallık değilse en azından saflıktır. Bunun sadece iç siyasetle değil, dış siyasetle de yakın bağ içinde olduğunu akılda tutmakta yarar var.

Kayyum nere, İsrail nere

Bütün dünyada ülkeler iktisadi ve politik olarak çöküş aşamasına geldiklerinde savaş mekaniğini devreye sokmuşlardır. Dolayısıyla ülkede devamlı bir iç düşman algısını var edebilmek için dış düşman olgusunun varlığına toplumu inandırmak gerekir; ülkenin bekasının tehdit altında olduğunu,  etrafımızın düşmanlarla çevrildiğini, komşu ülkelerin topraklarımızda gözü olduğunu, dolayısıyla her an ülkemiz işgal edilebilir olduğu algısını yaratmak şarttır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışında Erdoğan'ın İsrail topraklarımızda gözü var demesi bu algıyı pekiştirmeye dönük bir ifadedir. Düşman retoriğinin bir diğer semptomu ise ülkeyi militarize etmektir. Kendisi gibi olmayan herkese karşı şiddet kullanmayı hak gören bir toplumsal kesim yaratmaktır. Tarihimiz bunun örneklerinin toplamı gibidir: Dersim, Maraş, Sivas, Madımak, kadın cinayetleri, işçi cinayetleri, göçmenlere karşı Kayseri'de girişilen linç girişimleri vb. İşte bu katliamların hepsini toplumun önemli bir kesiminin gözünde normalleştiren dış düşman tehdidi altında olan ülkenin beka sorunuyla karşı karşıya olduğu algısıdır.

Türkiye bu gün Ortadoğu'nun bir çok ülkesinde askeri olarak konumlanmış alt emperyalist bir ülke konumundadır. Mevcut konumunu sürdürmek için kendi durumunda olan ülkelerle, sorunları olsa da konvansiyonel bir çatışmaya girmek yerine farklı yolarla durumu idare etmeye çalışacaktır. Siyaseten sertleşmesi de bir taraftan toplumun gazını alırken, diğer taraftan dış düşmen algısını pekiştirmek amaçlıdır. Dahası bu ülkelerle örtük iyi ilişkiler içinde olmak zorundadır. İsrail bu ülkelerin başında gelmektedir. Bırakın ticaretini kesmeyi, mislice artırmak durumundadır. Bunda şaşılacak bir durum da yok. Aynı güvenlikçi siyasetin bölgesel aktörleridir. Tek beslenme kaynakları ise savaştır. Bölgesel savaşta birbirlerini beslemektedirler. Bölgede savaş varsa yurtta da olmak zorundadır. Bundan vazgeçmenin yegane yolu, ülkeyi demokratikleştirmek ve “Yurtta barış, cihanda barış” diyebilmekten geçer.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış