Bülent Uluer’e Bir Veda Türküsü
Bülent Uluer (abi) ile tanışmam 1995 yılında Barış-Emek-Özgürlük ittifakının seçimleri döneminde başladı, ölümüne kadar sürdü.
Bülent Uluer, bir çağın isyankâr sesi, bir kuşağın yitip gitmeyen umudu. Onun öyküsü, İnebolu’nun dalgalı kıyılarından İstanbul’un taş sokaklarına, oradan Filistin’in tozlu kamplarına ve Avrupa’nın soğuk sürgünlerine uzanan bir destan. Çerkez kökenli bir subay çocuğu olarak doğduğu 1952’den, akciğer embolisiyle aramızdan ayrıldığı 2017’ye kadar, her anında bir mücadele, her nefesinde bir dava taşıdı. Onun hayatı, bir şiirin dizeleri gibi hem hüzünlü, hem ateşli; hem kırılgan, hem dimdik.
Bülent, İstanbul Üniversitesi’nin koridorlarında bir öğrenci, Devrimci Gençlik’in kürsülerinde bir hatip, 12 Eylül’ün karanlık günlerinde vur emriyle aranan beş kişiden biriydi. Dev-Genç’in genel sekreteri, sonra başkanı; sözüyle kitleleri dalgalandıran, kalbiyle yoldaşlarını kucaklayan bir devrimci. Onun sesi, 70’lerin meydanlarında yankılanırken, sanki bir türkü gibi çağlıyordu: “Yenilmek her zaman kaybetmek demek değildir. Spartaküs yenildiği için Spartaküs’tür.” Bu sözler, onun ruhunu anlatır; yenilgiyi bir son değil, bir başlangıç olarak gören bir savaşçının manifestosudur.
O, sadece bir politik eylemci değildi; bir hikâye anlatıcısı, bir düş kurucusu, bir insan sarrafıydı. Çerkezim, Türküm, Kürdüm, sosyalistim derken, kimliklerin ötesine bir köprü kurdu. Filistin kamplarında gerilla eğitimi alırken, Lübnan’da esir düşerken, Almanya’dan Fransa’ya, oradan İsviçre’ye uzanan sürgün yollarında, hep aynı ateşi taşıdı: Özgürlük ateşi. Filistin Askısıyla beli sakatlanırken bile ruhu kırılmadı; işkencenin gölgesinde bile umudu yeşertti.
Bülent Uluer “kitlelerin önünde onların ruhu gibi konuşur.” Cenaze törenlerinde, omuzlarda yükselip megafonla seslenirken, kaybettiği yoldaşlarına veda ederken, sözleri bir ağıt, bir destan olurdu. 16 Mart 1978’deki İstanbul Üniversitesi katliamından sonra, arkadaşlarının cenazelerinde kürsüde dimdik duran o ses, bir kuşağın acısını, öfkesini ve umudunu taşıdı.
Onun hayatı, 70’li yıların yoğun ve kesintisiz kavgası, 12 Eylül’ün ardından yurtdışına çıkışı, sürgünde geçirdiği yıllarda bile Türkiye’yi, halkını, mücadelesini unutmadı. Döndüğünde HADEP’le, ÖDP’yle, HDP’yle siyaset sahnesinde yer aldı; ama hiçbir zaman koltuk sevdalısı olmadı. Onun makamı, sokaklardı; onun tacı, yoldaşlarının sevgisiydi.
Bülent Uluer, bir çınar gibiydi; kökleri derin, dalları gökyüzüne uzanan. 22 Ağustos 2017’de aramızdan ayrıldığında, 78 kuşağının bir sesi sustu, ama yankısı kaldı. Onun anısı, mücadeleyle yoğrulmuş bir hayatın izlerinde, kitlelerin dalgalandığı mitinglerde, bir megafondan yükselen ateşli sözlerde yaşıyor. “Mahir’i, Deniz’i, İbo’yu halklarımız biliyor, ama onları katledenleri hatırlayan yok” demişti. İşte Bülent Uluer de öyle; halkın yüreğinde, devrimin türküsünde, özgürlüğün düşlerinde yaşıyor.
Ey Bülent Abi, sen bir bahar dalısın; ne darbenin zulmü, ne sürgünün soğuğu, ne işkencenin acısı soldurabildi seni. Çerkez’in, Türk’ün, Kürt’ün, sosyalistin sesi oldun; birleştirdin, kucakladın, umut oldun. Şimdi, Mahir’in, Deniz’in, Ulaş’ın yanında, bir yıldız gibi parlıyorsun. Seni anmak, bir türkü söylemek gibi; hüzünlü, ama dirençli.
Rahat uyu, yoldaş; sesin hâlâ bizimle, mücadelen hâlâ yolumuzda.
Yorumlar (0)