İnsan merkezli patriarkal tüketim toplumu ekolojik krizle birlikte ekonomik ve sosyal krizi de beraberinde getirdi. Yaşam kalitesini; daha fazla tüketme ve daha fazla ekonomik büyüme üzerine odaklayan kapitalist toplum tüm canlılarıyla birlikte doğayı, insanı ve de özellikle kadını tahakküm altında tutmayı artırdı. Pazar ekonomisi ise, dışı yeşil, içi ne idüğü belirsiz tüketim maddeleriyle kadını tüketimin hem öznesi hem de nesnesi haline getirdi.
2002 Yılında Rio’da yapılan Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi’nden bu yana sürdürülebilirlik adı altında ekonomik büyüme (sustainable development) devam ediyor. Bunun için bazı terimler de ortaya atıldı... “Beşikten Mezara”, “Dairesel Ekonomi”, “Sıfır Atık”, “Atmadan Önce Tamir Et” bunlardan bazıları. Aslında bu terimlerin anlamsız olduğu değil, nasıl uygulamaya geçirildiği önemli. Çünkü ölçek olarak merkezi düzeyde bir şeyleri ele alıyorsanız, bir avuç insanı kontrol etmesi belki kolay olabilir. Dolayısıyla kulağa hoş gelen bu terimler kapitalizmi çevreci ve yeşilmiş gibi göstermekten öteye gitmez. Kısacası Rio dan bugüne kapitalizm kendini büyüme ekonomisi odaklı “yeşil” standartlara göre yeniden düzenlemeye devam ediyor.
Yukarıda sözünü ettiğimiz kadının tüketimin hem özne hem de nesne olma durumuna bir örnek olarak çoğunlukla kadının (ya da kendini kadın olarak tanımlayanların) daha fazla kullandığı güzellik malzemeleri ve temizlik ürünleri verilebilir. Dikkat ederseniz bunlar her gün daha fazla çeşitlendirilip pazara sürülüyor. Bir söyleşimde daha detaylı ele aldığım gibi (1), 21. yüzyıl kapitalizmin kendini yeşil bir posta bürüyüp örneğin elinde savaşlarda kullanılan zehirli petrokimyasallar dahil değişik toksik maddeleri bazen tarım kimyasalı olarak bazen de başka şekilde eritmeye çalışıyor görülüyor. Uyanık olup bunları tüketmemek ise bize kalmış durumda... Toksik madde araştırıcılarına göre günümüzde yeni doğan bir bebeğin vücudunda 200’den fazla toksik madde olduğu dikkate alınırsa daha insanlar doğmadan bu tüketim kalıplarının içine sokmuş oluyor. Patriarkal sistemin dayattığı iş bölümüne göre ise ev içi tüketim kararlarının çoğu kadınlar tarafından alındığı için bu konumda kadın tüketimin hem öznesi hem de nesnesi değil midir?
Bu yazıda “büyümeme” (degrowth) konusuna patriarkal ekonomik büyüme sistemine kadın ve doğa açısından odaklanacağım. Kadının “doğasına” bakarken kısaca ekofeminist politik ekonomiye de değineceğim. Büyüme yerine ekosistemin bütünlüğünü dikkate alan yerli kültürlerden örneklerle büyümeme ve ekolojik feminizme bir dokunuş yapacağım.
Kadın tüketimin hem öznesi hem nesnesi
Ev içi (domestic) görünmeyen emek vasıtasıyla kapitalist toplum kadına tüketim kalıplarında her gün yeni gereksinimler yaratırken aynı zamanda onun duygularına da hitap edip manipüle etmepeşindedir. Bu tüketim döngüsünde kadın vücudunun nasıl nesneleştirildiğini dikkate alırsak K
tüketim toplumunun kadını duygusal ve fiziki olarak her zaman tüketimin merkezinde tuttuğu görülüyor. Bu da kadını adeta tüketilecek nesnenin uzantısı olarak olarak görmek demektir. Öyleyse Endüstri Devriminden bu yana kadın kapitalizmin doğaya hâkim olma dönemine eşdeğer bir zamanda tüketim ekonomisinin daha fazla pasif bir öznesi olmaya başladığını öne sürmek çok uçta bir tesbit olmayacaktır. Burada elbette ekonomik olarak tüsayılabilir. Örneğin hazır giysi endüstrisinde en iyi bilinen markalar, sweatshop dediğimiz özellikle kadın emeğinin yoğun olduğu yerlerde üretilir. “Gerçek Değer” (The True Cost) belgeseli bize 15-25 yaşlarında Bangladeş ve Kamboçyalı kadınların buralarda insanlık dışı koşullarda çalıştırıldığı ve sürekli hamilelik testinden geçirildiklerini ve hamile kalanların ise işten atıldığını iyi gösterir. Bu durum küresel kapitalizmin ve özellikle avrupa’nın hazır giyim endüstrisinde arka bahçe vazifesi gören Türkiye için de kısmen geçerli sayılabilir.
Ekolojik feminizm açısından kadının özel ve kamusal alanda tüketimin hem öznesi hem de nesnesi kılındığını iyi anlamak durumundayız. Çünkü bu durum onun doğayla ilişkisini onu tüketmesi ya da desteklemesi ve parçası olması yönündeki yolumuzu aydınlatacakır. Oysa ki kadın vücudunu ve yaşadığı ortamı tanımlarken tüketiminin kendi özelinde olduğu kadar topluma ve gezegene nerelere mal olduğunu iyi analiz etmeli. Elbette etmek de ister. Ancak kapitalizm ne kadar tüketirsen o kadar zenginsindir durumuyla gözünü boyuyor olabilir. İşte bu da nesneleşmenin parçasıdır. Oysa tüketime ve üretime ilişkin bütünlüklü bi ilişki ağı içinde kendini tanımlamalıdır. Ve yeni çözümler üretmek durumundadır. Bu çözümler kadının özgürleşmesine hizmet ettiği kadar gezegenin geleceğine de ışık tutmalıdır.
Her şeyin rakamlarla ifade edildiği algoritmalarla yönetildiği çağımızda ise kapitalist toplum kadına ilişkin yıkıcı etkilerini daha da artırmaktadır. Kapitalist tüketim toplumu etkilerini çoğunlukla görünmez kıldığı kadar manipülasyon yöntemleriyle kadını yeni çarkları içine çekmeye çalışmaktadır. Bu durum çocuğunu başka bir pakette konmuş organik gıdayla beslemekten, başka marka bir güzellik malzemesinin daha doğal olacağı veya başka bir paketin yeşil ya da doğal tonunun farklı kılınmasına kadar uzanıyor. Oysa o paket belki de “Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar” (GDO)’lu ürünlerle karıştırılmış ya da Amazon ormanlarında korunması gereken canlılara zarar veriyor olabilir.
Bir başka deyişle kapitalist patriarkal toplum tüketim kalıpları açısından doğaya ve doğanın varlıklarına nasıl alınıp satılıp kâr edilecek nesneler gözüyle bakıyorsa kadına da öyle bakmaktadır. Örnekleri daha da arttırmak mümkün. Mesela bu durum; doğum kontrolü için satılan kimyasallardan, pornografi endüstrisine ve hatta uzaktan gelin bulma (mail order bride) ve suni döllenmede genç kız vücutlarını (surrogate mother) kiralamaya kadar da uzanmaktadır. Bu durumlar o kadar doğal hale getirilmiş durumda ki; Seattle da bir komşum ‘Bizim saragote mother da kamp yaptığımız yere yakınmış. Uzaktan gördük ve sevindik. Çocuğumuz şimdiden doğayı öğreniyor diye düşündük demişti. Çoğunlula yoksul asyalı genç öğrenci kadınların ya da ülkesi savaş halinde olan genç kadınların vücutları karnında çocuk taşıyıcı olarak kullanılmaktadır. Bu konuya feminist açıdan bakan bir dizi doktora çalışması da bulabilirsinz. Kapitalist toplum aynı zamnda kadın vücudunu ilaç tekellerinin sunduğu bilumum doğum kontrol yöntemleriyle ve hatta güzellik endüstrisinde vücuduna, vajinasına, göğsüne, yüzüne kısacası görünen veya görünmeyen her yerini kesilip biçilecek ve şekilden şekile sokulup kar edilecek nesne olarak bakmaktadır. Bu hizmetlere ulaşabilen yalnızca üst sınıf değil artık. Orta sınıf komşum da vaat da olsa bu koşula ulaşmak için maaşından para biriktirmeye çalışmak zorunda hissetmektedir.
Doğanın kadınsılaştırılması
Ekofeminist anlayış kadın ve doğa üzerine kurulur. Çünkü her ikisi de büyüme ve nüfus artırma (reproduction) üzerinden yükselir. Ekofeminist ekonomi hakkında araştırma yapan sosyolog Mary Mellor, büyüme ekonomisi doğal değerleri ücretsiz kullanılacak nesneler olarak görürken şöyle der: “kadın emeği ya görmezden gelinir ya da değerinin çok altında görülür” (2) diye belirtmektedir. Doğa ve kadın bağlamında kafa yoran aktivist feminist yazarlardan Susan Griffin ise Kadın ve Doğa kitabında (3) kadının aynı doğa gibi tahakküm altına alınmasında dinin de büyük rolü olduğunu söyler. Yabanıl Politika adlı kitabın yazarı Susan Hawthorne (4) ise patriarkal toplum tarafından kadının var olan biyolojik yapısının vahşi doğaya benzetilerek nasıl tahakküm altına alındığına dikkat çeker. Yazarın konu hakkında detaylı görüşlerine Wild Politics/Yabanıl Politika başlığıyla ulaşabilirsiniz.
Ayrica bu kitapta da makalesi bulunan Bolivyalı yerli araştırmacı Nidia Bustillo (5) Latin Amerikalı yerli kadınların yüzlerce yıl boyunca kuşaktan kuşağa geçmesi gereken şifacı özelliğine dikkat çeker. Kadının tarih öncesine dayanan bitkilerle doğal tedavi birikimi Latin Amerikada İspanyol sömürgecileri tarafından Ant Dağlarındaki topluluklarda nasıl yok edilmeye çalışıldığına vurgu yapmaktadır. Adeta bunun bir insanlık trajedisi olduğununun da altını çizmektedir. Çünkü bu durum kadının tarihsel birikimine bir taciz olduğu kadar aynı zamanda kuşaktan kuşağa aktarılması gereken bilgilerdeönemli bir kopukluk yaratmaktadır. Bu durum Ortaçağ’dan başlayıp günümüzde de değişikmetotlarla devam ettirilen cadı avları hikayesidir... Oysa küresel kapitalizmin, endüstriyel tedaviyi tek çözümmüş gibi dayatmasının altında doğal şifacılık yöntemlerinin (witchcraft) uygulanmasına yasaklar getirme amacının olduğunu anlamak zor değildir. Çünkü bunlar kadınların bilgi ve deneyim birikimidir. Hatta bu Anadolu da hala doktora görünmeden önce ilk başvurabileceğimiz şifa yöntemi olarak ‘koca karı’ ilaçları olduğunu biliyoruz.
Tohuma ilişkin bilgeliğin ve becerilerin ise küresel kapitalizmle silinip süpürülmek istenmesi Maria Mies ve Vandana Shiva tarafından Ekofeminizm kitabında (6) dile getirilir. Kadınların büyüme ve kar etme ekonomisinden yana değil geçim ekonomisinden (subsistance economy) yana olması vurgulanır. Hindistan’da ormansızlaştırmaya karşı direnen Chipco hareketinden örnekler verilerek kadının pazar ekonomisi yerine yaşam ekonomisi ve yaşamın sürekliliğinden yana bir gidişatı benimsediğinin altı çizilir. Bir örnek vermek gerekirse tahrip edilen bir yerin yeniden ağaçlandırılması tartışmasında kadınlar o yöreye ilişkin (native) ağaç ve bitki türleri üzerinde dururken, erkeklerin pazara götürülüp hemen paraya dönüştürülebilecek (cash crop) türler üzerinde durdukları görülür. Elbette burada rol modelleri biçilirken erkeğe “geçim derdi” yüklendiği geçeğini öne sürebilirsiniz. Burada esas konu kadın seçilecek ağaç fidanının bulunduğu ortamdaki ekosistemle uyumlu bir bütünlük içinde olması gerektiğini dikkate alırken, erkek palyatif çözümlerle pazar ekonomisi yanlısı olabilmektedir. Hatta Chipco hareketinde konuyu anlatan kadın yerel erkeğin davranış döngüsünü iyi tanıdığından kısa yoldan parayı ele geçiren adam gidip kumar oynayacaktır diye düşünebilmektedir. Çünkü bunlar olasıdır ve geçmişteki yaşanmışlıklara dayanmaktadır. Kadın o ağacın yaşadığı yerin yerel türlerinden olmasında ısrar ederken belki de köklerini besleyen mantarlar ve mikroorganizmalarla birlikte düşünürken kadınlar o yerli türlerin yalnızca meyvesinden değil kabuğundan ve belki de kökünden ve dallarından da şifa olarak yararlanılabileceğini hayal etmektedir. Ormanları koruma direniş ortamındaki genç kadınlar belk büyük annelerinden duyduklarını daima dikkate almaktadır. Bir başka deyişle sosyal ve ekolojiksel ekosistemi bir bütün olarak düşünmek durumundayız. Erkek egemen sistemde şeyleri kökten sorgulayıp yerine alternatiflerini bugünden yarına ortaya koymaya başlamadıkça aynı çarkın esiri olmaya devam ederiz.
Yıllardır Avustralya’da anti-uranyum kampanyaları dâhil nükleersiz bir dünya ve Türkiye’de altın madenciliğine karşı çabalara ön ayak olmuş ve bazılarına da destek veren biri olarak, büyüme ekonomisi için devasa maden ocaklarının yeryüzünde ve yeraltında açtığı yaraları iyi biliyorum. Örneğin, Avustralya dünyada en büyük uranyum üreticilerinden biridir. 2000li yılların başında katıldığım kampanyalarda Avustralya'nın kuzey bölgesinde Roxby Downs ve Marralinga'daki yerlilerle de tanışma olanağı bulmuştuk. Yerlilerin nasıl yersizleştirildiklerini ve kuşaktan kuşağa kanser vakalarını beklemenin adeta olağan hale getirildiğine tanık olduk. Anadaoluda Bergama’da altın madeni projes durdurulmazsa tüm Anadolu binlerce ruhsat yürürlüğe konabilir diye şirket Avustralyalı iken oradan ses çıkarmayı bunun iöin önemsedik.
Büyüme ekonomisi odaklı bir gelişme zihniyetinde doğaya ve kadına sahip olma zaman zaman özdeşleştirilmektedir. Örneğin maden ocaklarıyla da benzerliğini kurabileceğimiz doğaya hakim olma ve kadına hakim olmanın nasıl özdeşleştirildiğini görebiliriz. Bu kitabın giriş sözünde belirttiğimiz gibi “bakireliğini yırttım”, “sahip oldum” deyişlerine rastlıyoruz. Literatür taraması yaptığımızda kendini ilerici olarak tanımlayan bazı yazar ve düşünürlerin dahi vahşi doğayı evcilleştirme anlayışını desteklediğine rastlarız. Mesela altın madenlerinde kullanılan siyanür maddesiyle doğa önce zehirleniyor, sonra da kazılan ve zehirlenen toprak ve suyuyla “ırzına geçiliyor.” Bu durumun tecavüz kültüründen farkı var mıdır? Kapitalist kendi yıkıcı ruhunu hayata geçirirken öteki gelecek kuşakların suyunu, havasını ve toprağını zehirliyor. Doğada mecrasında akan dereleri, çağlayan nehirleri görünce onun kendini ifade etmesi ve ekosistemin kendini yenilemesi olarak görmek gerekmez mi? Oysa yetkililerimiz, akarsuların boşa aktığı destekliyor. Bu durum bir de kolonyalist tarihin bize öğrettiği yerli kabilelerin, özellikle de kadınlarının nüfus kontrolü adı altında kısırlaştırılmasını da anımsatıyor. Onların döl yatağında sömürgeciliklerini sürdürüyorlar. Son yıllarda küresel iklim değişikliği nedeniyle sular altında kalacak bazı Pasifik adaları ve Asya ülkelerindeki kadınların kısırlaştırılması da buna eklenebilir.
Patriarkal kapitalist kültür doğaya yaşayan bir ekosistem olarak bakmaz! Onun yerine parçalara ayırıp çeşitli raflara koyup alınıp satılacak cansız materyal olarak bakar. Burada yalnızca satışcıların sorumluluğu değil alıcıların da önemli sorumluluğu olduğunu belirtmek gerekir. Büyüme ekonomisi iktisat teorilerine göre doğaya ne kadar kötü davranılırsa davranılsın doğal varlıkları sonsuz üreten canlılar olarak kabul eder gibi görünüyor. Dolayısıyla döngü içinde ilgili doğa parçasının kendini yenilemesi için ayağa kalkmasına yardımcı olunacaksa, kâr edilip edilmeyeceği yine dikkate alınmalıdır. Çünkü kirletirken de temizlerken de kâr edilmelidir. Bir bütün olarak ekosistemin kendini onarması için harcadığı emek aynı kadın emeği gibi görünmez kılınır. kadın emeği nasıl çocukların, yaşlıların, engellilerin bakımında; ortalığın temiz ve düzenli tutulması görünmez kılınmakta olduğu gibi... Büyüme ekonomisi anlayışı doğayı karşılıksız veren olarak gördüğü gibi kadını da doğası gereği sürekli veren özverili, karşılık beklemeyen olarak görmektedir. Çünkü doğanın fiyatı, fatura keseni yoktur ve kadınların da ‘ekonomiye kafası basmaz’. Oysa bu döngüde kadın bütünsel düşünme kapasitesine sahip olduğundan bir şeyleri ayırıp hesaplamayı akıl edemiyor olabilir. Bu durum doğası gereği değildir elbet. Zaten dünyamızda yeryüzündeki gayri menkullerin yalnızca %10’unun (hatta bazı ülkelerde %5’inin) kadınların üzerine kayıtlı olduğu düşünülürse, kadın adeta kendine ait olmayan yeryüzü parçalarının korunması için mücadele etmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Kadın doğası mı yoksa öğretilmiş alışkanlıklar mı?
Tarih araştırmacısı Gerda Lerner Patriyarkanın Ortaya Çıkışı (7) adlı eserinde, “patriarkal toplum erkek rollerinin tanımlanması ve tekrarı üzerinden varlığını devam ettirmektedir” der. Araştırmasında tahılın ilk evcilleştirildiği Mezopotamya’ya da değinir. Tarih boyunca davranış biçimlerinin kültürle kuşaktan kuşağa geçerek hatta taşlaşarak devam etmekte olduğunu vurgular.
İnsan merkezli kapitalist patriarkal sistem, ürettiği katmanlı hiyerarşilerle kadın ve doğa üzerindeki egemenliğini sürdürür. Özgür ekolojik bir gelecek için bu katmanlı hiyerarşilerin üzerinde özellikle duran Toplumsal Ekoloji felsefesinin yaratıcısı Murray Bookchin, Özgürlüğün Ekolojisi (8) kitabında
erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin toplumsal evrimde ilk ortaya çıkan tahakküm biçimlerinden olduğunu vurgular. Burada cins durumunu yalnızca erkek ve kadın kısacası heteroseksüel olarak görmediğimi eklemeliyim. Söylemlerimde kendini kadın olarak tanımlayan her bireyi dikkate alıyorum. Çünkü sistem her cinsi sınıf, deri rengi, dil, etnisite, yaş, cinsel yönelim gibi kategoriler içinde, katmanlı olarak da ezmektedir.
Bireysel yaşamımızda gerek ihtiyaçlarımız belirlemek önceliğimiz olmalı. Tüketimin pompalandığı sistemde gerçekten neye gereksinimim var diye düşünmeden hareket edersek pazar ekonomisinin tuzağına düşebiliriz. Pazarda bir şeyin fiyatı değişmesin diye örneğin tonlarca domatesin çöp olarak görüldüğü durumları da eklemek lazım. Oysa o domatesi alamayan bir diiz insan vardır. Birkaç yıl önce İstanbul’da kısa bir zaman diliminde tanıdığım bir kadın arkadaşıma bana bir konuda yardımcı olduğu için kendimce anlamlı bulduğum minik bir yaka iğnesiyle teşekkür etmek istemiştim. O minik paketi alınca heyecanlanmış ancak açınca sükûtu hayale uğradığını gizleyememişti. Armağanım kırmıız mor yeşil renklerden oluşan minik bir ağaçtan yapılma bir yaka iğnesiydi. Meyveleri de mor, kırmızı, yeşil ve siyah... Beraber olduğumuz o kısacık zamanda özellikle yeşil üzerinde durup ekolojik tüketimden söz etmek istedim. O hiç ilgilenmediğini belirtircesine hemen “Ekoloji bizden çok uzak. Biz yurtdışında yaşamıyoruz.” demişti. Oysa ben ekolojik duyarlığı Türkiye’de iken kazanmıştım. Aynı zamanda kendisi de bir hafta sonra kızıyla yılda birkaç kez gittiği Avrupa tatillerinden birine çıkacağından bahsetmişti. O ağacın mor meyvesine dokunmak bilinçli tüketimle yaşamımızı nasıl basitleştirebileceğimizden bahsetmem için fırsat dahi vermemişti. Ekolojik tüketimin sorumluluk gerektirdiğini, ekonomik olarak üst katmanın değil herkesin yapabileceğini, hatta kıtlık dönemlerinde dayanışmanın arttığını hemcinsime anlatamamanın burukluğuyla oradan ayrılmak durumunda kalmıştım. Oysa benzeri bilinç düzeyinde başka kadınlara geçmişte ulaşabilmiştim. Örneğin oğlumun bir okullunda McDonalds gibi hızlı yiyecek firmalarının okula girmemesini birkaç ebeveyn sağlayabilmiştik. Demek ki birbirimize kalıcı olarak dokunabilmek için zaman ve sabır da gerekiyor.
Elbette cins olarak biyolojik durum çok şey ifade eder. Ancak her şey demek değildir. Kültürel olarak şekillenmeler ve normlar toplumsal kökenli etkilerle şekillenir. Patriarkal kültür ki; biyolojik farklılıklar üzerinden kadın doğası ve erkek doğası gibi cinsleri iki kutuplu dünyaya bölmüştür. John Gray’in o meşhur kitabı “Kadınlar Venüs’den Erkekler Mars’tan”da (9) kadın beyni sol lobdaki rasyonaliteden uzak olarak yorumlanmıştır. Çünkü kadın duygularıyla hareket eder. Onu beynin sağı şekillendirir. Dolayısıyla edilgendir. Ona yumuşak başlı ve barışçıl olması yakışır ve hatta ondan beklenir. Hakkını arayan kadın çirkindir ve çirkef olmakla damgalanır. Erkek ise sol beyninin rasyonelliğiyle hareket eder. Ondan savaşçı ve girişken olarak maceracı olmak beklenir. Bu anlayışa göre kadın doğası itaatkâr olmanın yanında kurallara iyi uyan da olmalıdır. Yoksa “Kadın hava gibidir, her zaman değişebilir” der Gray. Büyüme anlayışının doğaya zapt edilip kontrol edilmesi gereken bir nesne olarak bakmasına ne kadar benziyor değil mi? Doğanın ehlileştirilemeyen parçası kalmamalıdır. Açları doyuracağız maskesiyle çeşitlilik yerine, monokültür ve genetiği değiştirlmiş organizmalar vasıtasıyla endüstriyel tarımla ona hâkim olup etkisiz hale getirmek gibi d]düşünülebilir.
Kadın erkeğin nesnesi
Yine bu kitabımızda yer alan antropolog yazar Pervin Erbil’in Kibele’den Pandora’ya Kadının Tarihsel Yenilgisi kitabından (10) çıkarsama yapabileceğimiz gibi, avcı-derleyici toplumdan sonra toprak çevirmelerle kadın artık yavaş yavaş erkeğin neredeyse cansız mataryelleri arasında sayılmaya başlandığını görülüyor.. Önceden toplumsal iş bölümü eşitlikçiydi. Erkekle kadın ava ya da derlemeye giderken her şey yolundaydı. Her ikisinin emeğine de saygı duyuluyordu. Hatta neolitik dönemde kadının derleyiciliği (getireceği gıdanın av ein egöre daha garanti olmasından) kısa bir dönem de olsa statüsünü artırdı. Ancak daha sonra kadının yeri kamusal alandan özel alana alınarak görünmeyen emeğin işçisi haline getirildi.
Kadın erkeğin pasif bir nesnesi haline getirilmesi hakkında John Berger’in Görme Biçimleri (11) kitabından da yararlanabiliriz. Bu kitapta erkek aktif özne olarak bakan kadın ise bakılan olduğundan daima kendine çeki düzen vermek ve erkeğin görmek istediği şekle bürünmek zorunda olduğu iyi işlenir. Çünkü toplumsal iş bölümü eşitliği bozulunca kadının özellikle kamusal alanda görülme biçimleri de değişmiştir. Örneğin derebeylik döneminde bir İngiliz efendisi adam arazinin yeşili ortasında koltukta oturan kadının yanında fotör şapkasıyla ayakta durmaktadı. O gururlu duruşu hem arka plandaki geniş yeşil bir arazinin hemde koltukta oturan gösterişli şapkalı ve ince belli zarif kadına da sahip olmanın gururunu yansıtır. Her ikiside adeta onun malıdır. Kadın ise o tabloda bakışları ve duruşuyla adeta yaşayan bir heykeldir. Erkeğini en iyi temsil etme kaygısında olan bir objedir.
Kadını pasif kılan normlara sığdıran bu anlayışın arka planında onu özel alana hapsederken erkeği ise günlerce av peşinde koşması için kültürel normlar hazırlamıştır. Nöro bilimcilere göre av maceraları erkeğin beyninde 170’e yakın siniri uyanık tutarken, kadının ev içi monoton işlerde bu oran ancak 70. Çünkü beynimizin değişik deneyimler ve görsel uyaranlarla tetiklendiği öne sürülüyor.
Kadınlar doğaya daha yakın mıdır?
Tüketim ekonomisi kapsamında da ekofeminizm her yönüyle biyolojik determinizm den farklı bir temelde ele alınmalıdır. Kadınların doğurgan olması, bir canlı dünyaya getirme potansiyeli olması onları doğaya daha yakın kılar mı? Onun ana olma potansiyelinden söz ediyorum... Ancak ana olmamayı seçenler bu durumda gerekli saygıyı haketmeyecekler mi? Gelin bunu yine tarihsel olarak ele alalım: Yukarda bahsettiğimiz nedenlerle feminist abtropologlar tarafından yapılan araştırmalr ve yorumlar avcı derleyici topluluklarda topluluğu besleyenin %5-10 arasında erkek iken, % 95-80 oranında kadın olduğu belirtiliyor. Günümüzün Bangladeş, Hindistan ve Türkiye’nin bazı bölgelerindeki toprağa bağlı topluluklarda bu oranın %70-80 dolaylarında olduğu belirtilmekte.
Uzun yıllar yaşadığım Avustralya’da beni zenginleştiren konulardan biri de çevre kampanyaları vasıtasıyla bazı Aborijin toplulukları uzaktan da olsa tanımaya çalışmak oldu. Sayıları bugün çok az kalmış ve çoğunlukla beyaz kültürün kuvvetli bir asimilasyonuna maruz bırakılmış bazı topluluklar mevcut. Örneğin, Kuzey Bölgesi denilen Northern Territory de avcı-derleyici topluluklarında iş bölümü modelini dikkate alırsak; erkek saatlerce av peşinde koşsa da topluluğuna av eti ile döneceğinin garantisi yoktur. Oysa kadınlar kök bitkiler, yapraklar, kabuklar, mantarlar, ağaç yada kaya gövdesinden çıkardıkları bal vb, böğürtlenler ve tohumlara kadar sepetini yüzlerce değişik besinlrle doldurabilir. Bunların besin ve şifa değerini siz düşünün... Erkek ise ancak nadir yakayabileceği bir fırsat olarak büyük bir hayvan etiyle döndüğünde bir kutlama yaşanır. Çoluk, çocuk; genç, yaşlı topluluğun bütün üyeleri ganimeti bir ritüelle dönüştürdüğü söylenir. Yere taşlarla yapılan bir fırına sarkıtılacak hayvanın içi kadınlar tarafından ete lezzet katsın diye yaprak ve bazı bitkilerle doldurulur. Piştikten sonra da hayvan ortaya konur ve herkes istediği kadar eliyle yer. Sonra birbirlerine bakarlar... “Doydun mu?” dercesine. Bu istisni kutlama anından herkesin keyif alması önemsenir. Bu durum ise elbette erkeğin statüsünü yükseltir. Oysa kadının yüzlerce besinden oluşan sepeti olağan görülen günlük bir iştir.
Ayrıca kadınların sepetine topladığı şeylerin içinde sanat yapmaya yarayan boya veren bitki ve kökleri, hatta ölü börtü böcek kabukları da vardır. Bu durum onun doğaya daha detaylı ve bütüncül bir gözle bakması yetenenek ve becerisini geliştirmiştir. Kısacası onlar doğada gezinirken dahi topluluğunun çok boyutlu değişik ihtiyaçlarını gözetir. Benzeri bir durumu Yeni Zelanda’da Maorilerinde de tanık olmuştum. Maoriler için ormandan ziyade su kıyısında derleme yapmak veya avlanmak önemli olabiliyor. Dolayısıyla yıllardır arazi hakkı yanında nehirler ve okyanus kenarları dâhil su hakkı için de mücadele etmeleri hatta Wanganui Nehrine kişi hakkı tanıtarak ilk kez dünyaya örnek olmalarının arkasında sucul ekosistemlerin değerini daha iyi anlamaları olabilir. Kadın su kıyısına derlemeye gittiğinde yalnız istiridye, deniz tarağı, midye, kumsalda yenebilir otlar, kaplumbağa yumurtası gibi ürünler değil, aynı zamanda kıyılardaki içi boşalmış ölü deniz kabuklarını da toplar.
Şimdi de yakın tarihimizdeki endüstriyel döneme göz atarsak Amerikalı deniz biyoloğu Rachel Carlson’un 1950’lerden itibaren başta DDT olmak üzere kullanımı hızla artan haşere öldürücülere dikkat çektiği kitabı Sessiz Bahar (12) ilk olarak 60’lı yılların başında yayınlandı. Kuşların ve böceklerin artık yoğun olarak kullanılmaya başlayan haşere öldürücüler nedeniyle bahçelerine gelmemesi her yeri sessizleştirmişti. Çünkü doğa canlılığını kaybediyordu. Bu durum elbette yalnızca doğanın müziği ve estetik yoksunluğu demek değildi. Gıda zincirinde kıtlık başlangıcının ifadesiydi. Çünkü tozlaşmayı sağlayan kanatlılar ve omurgalılar da hızla azalıyordu. Kuzey Amerikalılar Şükran Günü’nde (Thanks Giving) geleneksel bir yemek olan hindilerini kranberi denilen bir böğürtlen sosuyla süslemeyince panik başlamış. Beki DDT’nin yasaklandığını ama böcek ve haşere öldürücülerin listesine yüzlercesinin daha eklendiğini dikkate alırsak, biyoçeşitliliğin ne kadar zarar gördüğünü hayal edebiliriz. Carlson’un bir kadın olarak bunu fark eden ve bu konuda kitap yazan ilk araştırmacı olması tesadüf değildir. Çünkü yukarıda değindiğimiz nedenlerden derleyicilik algısı ve gıda zincirinin etkilenmekte olduğunu fark etmesi adeta genlerine işlemiştir. Anadolu’da sandığında yüzlerce yıldır tohum saklayan ninelerimizin benzeri algıyla kıtlık olasılığına karşı daima önlem almaları bundandır. Anadolu’muzda tohuma ilişkin ilginç kadın öyküleri bulunur. Örneğin evlenecek kız gittiği yerde aç kalmasın diye çeyizine bir avuç evladiyelik tohum konur. Dünyanın değişik yerlerinde de benzeri tohum ve kadın öyküleri vardır. Ekolojik yenilenebilir peyzaj tasarımcısı olarak Amerika’da dinlediğim bir hikâye de şöyle: Köle olarak getirilen Afrikalı kadınlar başka saklayacak yerleri olmadığı için evladiyelik tohumları yıllarca o kıvırcık ve gür saçları arasında barındırmışlar. 39
Nasıl bir ekofeminist ekonomi?
Büyümeme, 18. yüzyıldan itibaren sanayileşmenin doğada açtığı yaraları tamir etmeye yöneliktir. Hepimizin ürettiğinin dört katını tükettiği bir dünyada yaşadığını dikkate alırsak gerçek ihtiyaçlarımızı yeniden gözden geçirerek daha az tüketmemiz mümkündür. Bu da yeni bir tuzak olan doğa dostu diye “Yeşil Tüketim” kalıplarına girmeden ve “Yeşil Kapitalizm”i desteklemeden mümkündür. Örneğin güneş, rüzgâr vb. yenilenebilir enerjilerin ölçeğini de sorgulamalıyız. Çünkü bugün Chevron ve Shell gibi fosil yakıt devleri de yenilenebilir teknolojilere yatırım yapıyor. İnsani ölçeği dikkate alarak herkesin bulunduğu yerdeki yenilenebilir enerjileri yönetmesi için ‘enerji demokrasisi’ diye bir kavram geliştirildi. Takip edebildiğim kadarıyla bu sayı da mahalle ölçeğinde 200 haneyi aşmayacak düzeyde.
Gelişmiş ülkelerin kirli sanayilerinin gelişmekte olanlara hızla kaydırıldığı bir yüzyılda birçok bileşeni bir arada düşünmek zorundayız. Küresel Güney’in özellikle iklim değişiminden fazla etkileneceğini düşünürsek Küresel Kuzey’in gerektiğinden fazla tüketen insanları, patriarkal büyüme ekonomisini farklı şekilde etkilemektedir.
Avrupa’daki aydınlanma çağında dahi, örneğin Fransız Devrimi’nde, kadınların taleplerinin göz ardı edildiği dikkate alınırsa (13) patriarkal toplumda kadınların, kendi büyümeme ekonomik modellerini oluşturması gerekir. Bunu da dayanışma ekonomisiyle (solidarity economy) yapmak mümkündür. Dayanışma ekonomisi hem kolektif yapılara dayanır, hem de ölçek itibariyle küçük ve kâr etmeye değil ihtiyaçları karşılayarak yaşam kalitesini artırmaya yöneliktir. Yaşam kalitesinin içinde insanların birbirine yabancılaşmasını tamir etmek de en önemli nüvelerden biridir. Örneğin Meksika’nın Oaxaca bölgesinde, Hindistan’da yoksul kadınların bir araya gelip ekoköylerini kurmaları da dayanışma ekonomisi sonucudur. Hem sağlıklı ürün yetiştirerek çocuklarına bir arada bakabilmekte hem de kapitalizmin yoksullaştırmasından kurtulmaktadırlar. Türkiye’de de benzeri esintileri görmeye başlamak sevindiricidir. Bazı köylerde kadınlar erkeğinin ve köy muhtarının karşı çıkmasına rağmen kendi ekonomik bağımsızlıklarını sağlamak için gıda kooperatifleri kurmaktadırlar.
Son yıllarda küresel iklim değişimine çare olarak karbon ticareti gibi
ekonomik terimlerle doğanın materyalleştirilmesi ancak “Yeşil Kapitalizm”e hizmet etmektedir. Sürdürülebilir kalkınma adı altında ilk başta “kirleten öder” ilkesi yanlıştır. Gücü olduğu için zengin olan kirletir ve parası da vardır öder geçer anlamına gelmektedir ki yansımalarını küresel ölçekte (örneğin 2010 yılında Meksika Körfezi’nde meydana gelen kazanın yarattığı petrol kirliliği) izliyoruz. Üstelik uluslararası tekeller bedel ödememek için yaptıkları kazaları kolaylıkla manipüle edebilmektedirler.
Sonra; doğal varlıkların, yağmurun yağışının, toprağın onu emmesinin, yükselen toprak kokusunu ekonomik rakamlarla resmedebilir misiniz? Kısacası dayanışma ekonomisinden söz ederken yerli toplulukların doğaya bakış açısını esas almalıyız. Onlar doğayı canlı ve cansız varlıklarıyla ekosistemsel bir bütünlük içinde görür. Çoğu yerli topluluklar her şeyin bir ruhu olduğuna inanır ve onları ataları olarak kabul eder. Örneğin Kızılderililer geleceğe yönelik projelerinde atacakları her adımın gelecekteki yedi kuşağı nasıl etkileyeceğini hesaba katarak hareket eder. Amerika’da bu konsepti yerli bir arkadaştan duyduğumdan bu yana ekolojik tasarım çalışmalarımda öğrencilerime “şimdi Yedi Kuşak prensibini dikkate alma zamanı” diyorum.
Büyüme ekonomisi güçlünün zayıfı tüketmesi üzerine kuruludur ve şiarı da “ya büyü ya öl”dür. Oysa güçsüzle güçlünün karşılıklı yarar sağlayarak birlikte var olması mümkündür. Dayanışma ekonomisi 1937’de İspanya İç Savaşı döneminde kent ve kırdaki insanların birbiriyle ekonomik olarak dayanışması amacıyla ortaya çıktı. 1980’li yıllarda Şili vb. Latin Amerika ülkelerine yayıldı. Dayanışma ekonomisi yerelliğe dayandığı gibi kendi yerel para birimine de dayanabilir. Bu yolla Latin Amerika’da yoksul halk evsizlere ev, okul, yol, hatta klinik yapmışlardır. Küçük ve yerel ölçekli olmazsa büyüme ekonomisine hizmet etme tehlikesi olabilir.
Bölgesel ölçekte, ekonomik krizlerin arttığı son yıllarda hem doğrudan demokrasi pratiği olarak hem de işyerlerinde, mahallelerde, köylerde endüstriyel sistem vasıtasıyla kaybedilen dayanışmayı geri getirmek için genellikle örgütlü emekçilerin üretimlerine ve yaşamlarına kendi elleriyle sahip çıkması adına kolektif bir yapıyla ihtiyaçların giderilmesi hedeflenir. ABD’de bu işi yaygınlaştırma çabasında olan kadınlardan biri Emily Kawano’dur. Atık üretmeden ekosistemin kendini yenilemesini gözeterek patriarkal ekonomi yerine alternatif üretmenin mümkün olduğu belirtilir
(14). Özellikle atık konusu önemlidir. Çünkü atıklarımızı besin döngümüzün içindeki döngüde çevirmeye başladığımızda ihtiyacımız kadar tüketmeyi, hatta doğadan almadan önce yerine ne koyacağımızı düşünmeye başlarız.
Sonlarken
Yaklaşık 12000 yıl önce tarımla birlikte bitkiler ve hayvanlar evcilleştirilip toprak çevirmeler başladığında kadını mal olarak sahiplenme de başlamıştır. Bu da doğaya tahakkümle kadına tahakkümün birbirine paralel gittiğini gösterir. Artık avcı-derleyici toplumda yaptığı işlerle saygınlık gören kadının yerini, bugün doğal gıdalarla ailesini besleyip, doğal temizlik malzemeleriyle evini çekip çeviren kadın almıştır. Ancak “doğal” adı altında kendilerine ne satıldığının farkında olmalıdırlar. Çünkü “Yeşil Kapitalizm” geleceğimizi de büyüme ekonomisi yerine sürdürülebilir kalkınma ile ipotek altına alma çabasındadır. Doğanın kendini yenilemek ve onarmak için olan değerlerinin tüketim maddesi halinde görülmesiyle kadının sağlıklı gıda ve evladiyelik tohum peşindeki mücadelesi büyüme ekonomisinde istatistiksel rakamlarla ifade edilemez.
Türkiye’de Sınırları Yıkmak kitabıyla (15) ekolojist ve yeşil çevrede epey tanınan sosyal bilimci ve feminist yazar Mary Mellor’un Petra Kelly’den yaptığı bir alıntıyla devam edersek; “Erkekler yel değirmenleri inşa ederken kadınların sessizce söz dinledikleri, ekmek pişirip kilim dokudukları bir ekolojik toplum istemiyoruz” diye vurgular Alman Yeşiller Partisi kurucularından bir kadın. Belki kendi ekmeğini insanın kendi yapması, kilimini kendi dokuması ekolojik bir eylemdir. Üstelik el emeğinin sıcaklığını yansıtmaktadır ve beyni boşaltan iyileştirici bir tarafı da vardır. Ancak bu durum toplumsal işbölümünde işiniz haline geldiğinde sıkıcıdır ve kadınların özel alana kapatılmasını destekler. Eğer büyümeden yana olmayan ekolojik ve eşitlikçi bir gelecek istiyorsak toplumda belirlenmiş işbölümlerine de radikal bir şekilde karşı ses yükseltmeliyiz. Son 15 yıldır değişik ülkelerde ve Türkiye’de gıda özgürlüğü bağlamında düzenlenen ekolojik beceri edindirme kurslarımda öncelikle kadın arkadaşların, alet tutmasını önemserim.
Toplumsal işbölümünde kadınlara yine toplumsal işbölümünce dayatılan roller gereği kadına özel alanda biçilen duygusal emek, önemli bir yer
tutmaktadır. Çünkü neredeyse tamamıyla görünmeyen işten ibarettir. İnsan duygularıyla var olduğu halde çoğunlukla ortamdaki ahengi sağlamaya yönelik bu çabalar olmadığında, toplum birbirine girdiği halde çoğu zaman nedeni fark edilmez. Örneğin 90’lı yıllardaki Asya Krizi’nde “Asya Kaplanları” yıkıldığında, iş adamlarının eşlerinin onlara yeterince moral destek sağlayamadığı dahi konu edilmişti. Sanki var olan ekonomik, sosyal ve politik kriz kadınları etkilemeden teğet geçmektedir.
Büyüme ekonomisi yerine ihtiyaçlarımızı yeniden gözden geçirip yaşamımızı sadeleştirdiğimiz “dayanışma ekonomisine” kadınların daha fazla ihtiyacı vardır. Böylece gereksinimlerin giderilmesi ve birbirimiz arasındaki bağların güçlendirerek duygusal tarafımızı ve yaratıcılığımızı geliştirecektir. Eskiden yerlilerin her mevsim düzenledikleri takas şenliklerini anımsayalım. Örneğin Avustralya Aborijinleri yaptıkları aletleri, sanat ve zanaat ürünlerini; avcılık için yeni geliştirdikleri teknikleri, bumerangın nasıl daha etkin kullanılacağı gibi becerileri paylaşmışlardır. Günümüzde küçük çiftçilerin ürünlerini getirip doğrudan tüketiciye sattıkları ortamların yavaş yavaş böylesi takasların ve şenliklerin yapıldığı yerler haline gelmesi umut vericidir. Böylece üretim ve tüketim büyüme ekonomisinden yana değil yetinme ekonomisine kaydığında yaşam daha eğlenceli olacaktır. Bu da Maorilere has bir deyişle “doğadan bir şey almadan yerine ne koyacağımızı önceden düşünmekle” mümkün! Doğanın sınırsız kabul edilip aşağılanıp yıpratılmaması bunu gerektiriyor. Böylece aramızdaki güven yeniden inşa edilecek ve dünyayı “atalarımızdan miras değil, gelecek kuşaklardan ödünç aldığımızı” hatırlayarak bu sorumlulukla hareket edeceğiz.
Tüketmeye değil yaşatmaya dayalı bir gelecek için, patriarkal büyüme ekonomisi yerine cinsler arası eşitliğe giden yolda yeterlilik ilke ve etiğiyle ekolojik feminizm yolunda doğayı ve kadını özgürleştirmeye selam olsun!
Kaynakça:
1.Emet Değirmenci, Fikret Başkaya ile söyleşi: Yeşil Kapitalizm ve Çıkış http://www.birikimdergisi.com/kisi/7458/emet-degirmenci#.WN3mtKKkKbQ
2. Mary Mellor, Ecofeminist Political Economy. Integrating Feminist Economics and Ecological Economics. Feminist Economics 11 (3), 120-12, 2005
3. Susan Griffin, Woman and Nature: The roaring. San Francisco, CA: Sierra Club Books, 1978.
4. Susan Hawthorne, Wild Politics. Spinifex Yayinevi, 2002.
5. Nidia Bustillo Rodriguez, Andlarda Şifacı Kadınlar Ekolojik Dönüşümde, (1. Baskı). Yeni İnsan Yaınevi, 2010.
6. Maria Mies & Vandana Shiva, Ecofeminism. Fernwood, Halifax, Nova Scotia. 1993.
7. Gerda Lerner, The Creation of Patriarchy Vol I. Oxford University Press, NY and London (1986).
8. Murray Bookcin, Özgürlüğün Ekolojisi. Ayrıntı Yayınları, 1994.
9. John Gray, Erkekler Marstan Kadınlar Venüsten. Altın kitaplar serisi. Çev: Gülden Şen 2018.
10. Pervin Erbil, Kibele'den Pandora'ya / Kadının Tarihsel Yenilgisi. Arkadaş yayınları 2016.
11. John Berger, Görme Biçimleri/ Met's Yayıncılık. Çev: Yurdanur Salman 2004.
12. Rachel Carlson, Sessiz Bahar. Palme Yayıncılık. Çev: Prof. Dr. Çağatay Güler 2004.
13. Maggie Stanton and Matthew Vannelli, Paradoxical Feminism: Attempts at Gender Equality in the French Revolution PSU in Challenge History of Modern Europe. 2019.
14. Emily Kawano, Solidarity Economy. http://www.socioeco.org/bdf_auteur-287_en.html Erisim: 12 Ocak 2018.
15. Mary Mellor, Sınırları Yıkmak - Feminist, Yeşil Bir Sosyalizme Doğru Ayrıntı Yayınları Çev: Osman Akınhay 1993.
Bu yazı (45) Ekolojik Feminizm Penceresinden Büyümeme (Degrowth) Ekonomisine Bir Bakış Emet Değirmenci | Emet Degirmenci - Academia.edu web sitesinden yazarın izniyle alıntılanmıştır ve degrowth ile ilgili 29 Eylül'de Datça'da MUÇEP Datça Meclisi tarafından düzenlenecek olan 4. Tematik Sohbete de bir davet niteliğindedir.
Yorumlar (0)