Şubat ayının sonu ya da mart ayının başı. Site Öğrenci Yurdu’nda sınıf arkadaşım Şükrü’yle aynı odayı paylaşıyoruz. Gece yarısı korkunç bir gürültüyle uyandık. Gök gürültüsü yer altına inmiş oradan gürlüyordu sanki. Divanlarımız bir o yana, bir bu yana kayıyor. Şükrü şokta, kıpırtısız öylece duruyor divanının üstünde. Ben nasılım? Bilemem ki. Koridordan “Deprem oluyor.” çığlıklarını duyunca önce ben, ardımdan Şükrü attık kendimizi koridora. O panik anlatılamaz, yurdun çıkış kapısından gecenin ayazına fırlayan fırlayana. Kimimiz pijamalı, kimimiz don-gömlek, bazılarımızda yalnızca donuyla. Sıcaklık sıfırın altında. Üstüne İstanbul ayazı cila çekiyor. Soğuk hava kısa sürede iflahımızı kesti. Ötelerden biri isyanlarda,
- Ulan, böyle bekleyecek miyiz burada? Kıçımız dondu be.
- Gir o zaman içeri, bir yerlerin sıkıyorsa.
Sıkmıyor olacak ki, içeri giren yok. Karşımızdaki Sivas Öğrenci Yurdu ve yanındaki evlerde yaşayanlar da sokakta. Kılıkları bizimkilerden farklı değil. Her kafadan bir ses çıkıyor, hepsi de akortsuz. Bir uğultu almış başını gidiyor.
-Deprem nerede oldu acaba? Sakın yine Adapazarı’nda olmasın?
- Bencil herif, başka yerde olmuşsa sevinecen değil mi? Sana değmeyen cop bin yaşasın, öyle mi?
- Kesin tartışmayı arkadaşlar. Bakın burada yıkılan bir yer yok. Bu deprem ya çok uzak bir yerde oldu ya da etkisiz bir deprem. Haydi içeri girelim, korkunun ecele faydası yok. Büyük bir deprem olmuşsa radyodan öğreniriz.
O ana kadar duyduğum en mantıklı konuşmaydı bu. Soğuktan kıkırdamaktansa girdik yeniden yurdun içine. Giyinen aşağı salonda ya da kantinde alıyor soluğu. Radyo acı haberi verdi az sonra.
- Kütahya ilinin Gediz ilçesi … km açıklarında … şiddetinde bir deprem oldu. Birçok ölü ve yaralı olduğu, Gediz’in bazı mahallelerinde yangın çıktığı bildiriliyor…
Radyodaki parazitten depremin kaç şiddetinde olduğunu duyamamıştık. Ama felaketin büyüklüğünü anlamıştık. Devrimci Doğu Kültür Ocaklarından (DDKO) bir arkadaş, “arkadaşlar, hemen bir yardım ekibi oluşturalım ve sabah Gediz’e doğru yola çıkalım.” diye önerdi. Başka bir arkadaş, “acele etmeyelim arkadaşlar, sabah okullarımıza gidelim. Orada daha sağlıklı kararlar alırız.”
- Evet, daha örgütlü davranmalıyız. Site Yurdu olarak değil, İstanbul’un tüm yüksek okullarında okuyan arkadaşlarla birlikte karar almalı ve davranmalıyız.
“Evet! Evet! Haklısın” sesleri sardı ortalığı. Sabah okullarımızda karar verebilmek için odalarımıza çekildik.
Ne denli duyarlı insanlardı çevremdeki gençler. Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Rum hepsi Türkiyeli idi. Aynı acıyı yaşıyorduk birlikte. “Haydi, şimdi Gediz’e gidelim” denilse, eksiksiz yola düşerdi oradakilerin tümü. Dev-Genç İstanbul Bölge Yürütme Kurulunun, İstanbul üniversitelerinin birlikte davranmasını kararlaştırdığı haberi geldi sabah. İstanbul Üniversitesinde Dev-Genç Bölge Yürütme Komitesi üyesi Namık başkanlığında müthiş bir organizasyonla bir saat içinde, para ve giyecek toplayacak olan komiteler oluşturuldu. Gediz’e gidecek arkadaşlar için bir başvuru masası açıldı. Eczacılık, Dişçilik ve Tıp fakültelerinden arkadaşlar ağrı kesici ilaçlar, serumlar buldu bir yerlerden.
Gediz’e gidecek grubun başkanı Edebiyattan Nurullah arkadaştı, yardımcısı da ben. Bir otobüslük (40 kişilik) bir grupla gitmeyi kararlaştırdık. Gelmek isteyen o kadar çok gönüllü vardı ki anlatamam. Hatır gönül kırarak kızlı erkekli 38 arkadaş seçtik. Kimi güçlü kuvvetliydi seçtiklerimizin, kimi sağlıkçı, kimi de iyi birer konuşmacı. Enkaz kaldırma çalışmaları için güçlü kişiler, yaralılar için sağlıkçılar gerekir diye düşünmüştük. Moral bozukluğu içindeki insanların derdini paylaşacak birileri de gerekir diyerek ağzı laf yapabilen birkaç arkadaşı da listemize ekledik. Gönüllülerle küçük bir toplantı yaptık ardından.
“Yardım için toplanan paraya dokunmayacağız, arkadaşlar. Herkes cebindeki parayı ortaya konulan kutuya atsın. Paraların harcanmasından ben sorumlu olacağım. Tüm harcamalarımız ve otobüs parası buradan karşılanacak. Sigara içenler, yalnızca Birinci içecek, günde en fazla bir paket hakkınız var. Parasının tamamını çıkarmayanı belirlersek geri postalarız. Ayrıca İstanbul’da arkadaş çevresine bu davranışını duyururuz. Haberiniz olsun.” dedim.
Kutuda hatırı sayılır bir para toplandı. Edebiyattan Betül ile Kimya’dan İsmail (*) parayı sayarak bir torbaya doldurdu ve emanete aldı. “Gediz’de bir toplantı daha yapacağız. Duruma göre uygun çalışma grupları oluştururuz orada. Tüm ekipler, Nurullah arkadaştan emir alacak. Uygulamaların disiplininden ben sorumlu olacağım. En küçük bir disiplinsiz davranış durumunda Gediz’den uzaklaştırılacağımızı bilelim. Biliyorum ki devrimci kimliğimiz, bizi başıbozukluktan kurtaracak.” diye ekledim. Nurullah’ın konuşması çok duygusaldı. Öyle ki kızların hepsi, erkeklerin epeycesi gözyaşlarını tutamadı. “Devrimciler, halkın kötü günlerinde onun yanı başında olma sorumluluğunu taşır. Ölen eşinin başında ağlayan bir kadın, annesi babası enkaz altında kalmış bir bebek, uzuvlarının bir kısmını yitirmiş birileriyle karşılaşacağız belki. Onları sevgimizi sunmalıyız. Cesur, atılgan, yardımsever olmak yetmez arkadaşlar, dağarcığımızdaki sevginin tümünü onlar için harcayalım. Gediz’de, Emet’te ulaşmadığımız hiçbir yerleşim bölgesi kalmasın. Gece – gündüz, durmadan koşmalıyız bu insanların yardımına. Devrimcilerin kendisi için değil, halkı için yaşadığını, bir tek canları olduğunu, onu da insanlığın mutluluğu için seve seve verebileceğini kanıtlayalım. Gerekirse canımızı verelim.
- Biz devrimciyiz. Emperyalizmin zulmünden kurtulmak, bağımsız bir ülkede özgürce yaşamak için kavga veriyoruz. Devrim, halk olmadan gerçekleşmez. Onların acı günlerinde, acılarını paylaşmak için yollara düşelim. Annesiz, babasız kalmış bebelere katıksız sevgimizi sunalım. Onlarla ağlayalım. Acılarını yüreğimizde duyalım. Soğuktan titreyen çocukları sevgimizle ısıtalım. Karanlığı ışığımızla aydınlatalım. Haydi arkadaşlar, insanlarımız bizi bekliyor. Gidelim.
Akşama doğru hazırlıklarımızı tamamlanmış yola çıkmıştık bile. Sabah gün ışırken karla kaplı yıkıntılar arasından Gediz’e girdik. Otobüsümüz yıkıntılar arasında ilçe merkezine doğru ilerlerken çevreyi şaşkınlıkla inceliyoruz. Kadınlar, erkekler, çocuklar amaçsız bir şekilde koşturuyor, yıkıntıların üstünde sağa sola bakınıyor. Hepsinin yüzü birbirine benziyor; kaşlar, dudak kenarları aşağıya sarkmış, korku, acı, hüzün yüzlerinde harman olmuş. Depremin ikinci gününde bu durumda iseler, ilk gün nasıldılar acaba? Otobüsümüz acılarına son verecek bir araçmış gibi yanı başımızda koşturuyor birileri. Bir enkazın yanından geçiyoruz. Dolap kırıkları, giysi parçaları, ezilmiş tencereler, tavalar taşların, tuğlaların, beton kırıklarının arasından fışkırıyor. Kırık bir ayna ışıl ışıl, enkazın içinde. Yaşlı bir kadın, yıkılmış bir duvarın üstünde oturmuş boş gözlerle çevresine bakıyor. Ağlıyorum. Çevremdeki herkes ağlıyor.
Gediz ırmağının kıyısında, köprü başında indik otobüsten. Gediz’e ilk gelen sivil yardım topluluğuyduk. Daha sonra bir iki gün aralıkla Ankara, İzmir, Trabzon, Çukurova üniversitelerinden de arkadaşlar geldi. Gediz kıyısında bir Alman sağlık grubu ırmaktan içme suyu üreten bir aygıt kurmakla uğraşıyor. Yerel halk merakla onları izliyor. Nurullah, “Arkadaşlar, iki saat boyunca serbestsiniz, dilediğiniz gibi dolaşabilirsiniz. Tam iki saat sonra burada buluşalım.” diyerek arkadaşlarımızı özgür bıraktı. Bana dönerek, “Buradan kim sorumluymuş? Haydi onu bulalım Erkut. Görev başına.” diye ekledi. Sorumluyu bulmakta gecikmedim. Elinde kocaman bir telsizle oradan oraya koşturan bir kravatlıyı yakaladım.
- Arkadaş, biz İstanbul’dan görevli geldik. 40 kişilik bir yardım ekibiyiz. Buranın sorumlusu kim, onu nerede bulabiliriz?
- Ben belediye görevlisiyim. Kaymakamımız hâlâ görev başında. Ancak Kütahya’dan bir tabur hava askeri geldi. Başlarında bir yarbay var. Yarbay ne derse o oluyor burada. İsterseniz ona gidin.
Mesaj alınmıştı. Adama teşekkür ederek Nurullah’a koştum.
- Nurullah, Gediz’in kaymakamı görevdeymiş, ancak bir de bir tabur askerle gelen bir yarbay var. Bence yarbayla konuşalım, ama Dev – Genç’ li olduğumuzu söylemeyelim.
Nurullah da katıldı düşünceme. Çıktık yarbayın karşısına. Yarbay, ilginç biri. Belinde Amerika’nın vahşi batısındaki kovboylar gibi sağ yanına sarkıtılmış bir Colt tabanca var, kabzası gümüş kakmalı. Kış günü üstünde ince bir askeri gömlek, yakasından aşağı üç – dört düğmesi açık. Çok otoriter olduğu her hâlinden belli. Yanına gidince, “Ne var? Ne istiyorsunuz?” der gibi baktı. Nurullah,
- Yarbayım, İstanbul Üniversitesi’nden geldik. 40 kişilik bir grubuz. Aramızda bir sağlık ekibi de var. Sizi atlayıp işe sıvanmayı doğru bulmadık. Nereden başlayalım, ne yapabiliriz komutanım?-
- Tamam, anladım. Siz, İstanbul’dan gelen Dev-Genç’lilersiniz, değil mi?
Nurullah bana, ben Nurullah’a baka kaldık. Polisimiz acayip çalışıyordu doğrusu. Helal olsun adamlara. Bizle birlikte, üst kimliğimiz de ilgililere ulaşmıştı. Ne diyebilirdik ki, nutkumuz tutulmuştu.
Yarbay, ortalığı çınlatan bir kahkaha attı. “Yahu, ben devrimcileri gözünü budaktan esirgemeyen birileri olarak bilirdim. Sizse, yeni doğmuş kedi enikleri gibi birbirinize sokuluyorsunuz. Rahat olun arkadaşlar, iyi ki geldiniz. 3 – 4 kişilik gözü açık kişilerden oluşan guruplar oluşturun her şeyden önce. Gelen yardımları iç etmek isteyenleri araştırsınlar. Sahtekâr; muhtarmış, belediyeciymiş, kaymakamlıktanmış gözünün yaşına bakmasın, bassınlar yumruğu, tekmeyi. Korkmasınlar arkalarında ben varım. Geriye kalanınız da köylere ulaşmaya çalışsın bence. Erzak, battaniye, çadır, ne götürebilirseniz götürün. Oralara sizden ve bizden başka kimse ulaşamaz bu günlerde. İsteklerinizi benim yazıcıya söyleyin, uyanık çocuktur, o halleder.”
Halet Yarbay, bir çırpıda bir sürü şey söyleyivermişti. İkimiz de rahatlamıştık. Tam kalacağımız yerle ilgili yardım isteyecekti ki yarbay, “Ha! Ben askerlere söylerim, okul bahçesinde iki çadır kursunlar size. Burada olduğunuz zaman yemeğinizi asker karavanasından yiyebilirsiniz.” Yarbaya teşekkür ederek ayrıldık. Bir çırpıda sorunlarımızın çoğu devreden çıkıvermişti. Artık rahat davranabilirdik.
Çevreye göz atacak kadar vaktimiz vardı. Eski köprüden geçerek ırmağın diğer tarafına kurulmuş kent merkezine girdik. Sol yanımızda kubbesi yere yapışmış bir cami. Minaresi kubbenin üstünde yatıyor. Hemen yanında çok tanınmış bir bankanın şube binası yerle bir olmuş, tabelası enkazın üstünde. Birkaç kişi ellerinde kazmalar, kürekler banka yıkıntısıyla savaşmakta. Bankanın gece bekçisi sağlam kalan bodrum katında kurtarılmayı bekliyormuş. Bu hızla çalışırlarsa, on günde çıkaramazlar zavallı bekçiyi. O koca beton bloklar, kol kuvvetiyle kaldırılacak gibi görünmüyor.
İlerliyoruz, içerilere doğru. Karşıdaki tepe dört bir yanından tütüyor. Tepenin yamacına kurulmuş derme çatma evlerin tümü yıkılmış. Ahşap ağırlıklı evler yıkılmakla kalmamış, yanarak kül yığınına dönmüş. Kül yığınları arasında iki genç, ellerinde kürekler enkazda bir şeyler arıyor. Nurullah, boğuk bir sesle, “dönelim” diyor. Baktım, gözyaşları yanaklarında tesbih taneleri gibi. Görmezden gelerek, “sen dön, ben biraz daha ilerleyeceğim” dedim. İkimizin de yalnız kalmaya gereksinimi vardı, o anda.
Okul bahçesine geldiğimde, askerler iki çadırı kurmuş, arkadaşlar eşyalarını yerleştirmişti bile. Daha büyükçe olan çadırda toplandık. Tartışmaların sonunda, sekizer kişilik beş grup oluşturduk. Birinci grup, sürekli olarak Gediz’de kalacak, enkaz kaldırma işlerine yardım edecek, yardım malzemelerinin yanlış yerlere verilmesine engel olmaya çalışacak, Gediz halkıyla ilişki kuracaktı. Diğer dört gruptan üçü köylere giderken, içlerinden biri sırayla Gediz’de kalacak ve birinci gruba yardımcı olacak.
Köylere giden gruplara Nurullah, Baykal ve ben başkanlık edeceğiz. Bu kararlara onay verdik, çadırlarımıza çekildik. Kız–erkek karışık kalıyoruz, çadırlarda. Yarbayın gönderdiği battaniyelerin kimini altımıza serdik döşek niyetine, kimini üstümüze örttük. Bir iki kişi marş söylemeye kalkıştı, ancak gergin geçen bir tam günün yorgunluğuyla kısa sürede horultular arasında uykuya daldı herkes.
Çadır sorumlusu Betül, sabah 6:30 da hepimizi ayağa dikti. Sabah ayazında karla yüzlerimizi ovuşturduk. Yüz yıkama işlemi halledilmişti, böylece. Askerlerin karavanasından karnımızı bir güzel doyurduk. Kırmızı boyayla yazılmış Dev–Genç pazubentleri kollarımızda. Göreve başlayabilirdik artık.
Yarbayın yazıcısıyla, hükümet konağının yanında yardımların toplandığı merkeze gittik. Üç köye yetecek kadar battaniye, margarin, un, fasulye, bulgur, konserve, yağ aldık. Kavga döğüş altı tane de büyük çadır. Çevre soruşturmasıyla ulaşılamayan köyleri belirledik. Malzemeleri köylerin nüfusu oranında bölüştürdük. Sıra, yardımı ulaştırmaya gelmişti. Diz boyu karda yardım malzemelerini taşımak olası görünmüyordu. Yıkılmış bir binanın kapıları sorunumuzu çözdü. Kapıları kızak olarak kullanacaktık. Her grup malzemelerini ikişer kapıya yükledi. Sağlık malzemelerimiz sırt çantalarında, halatlara bağlı kapıları üçer kişi çekerek düştük yola.
Bizim grubun gittiği köy, Gediz’e 12 kilometre uzaklıkta 200 hanelik bir alevi köyüydü. Köy, depremden daha çok deprem sonrası çıkan yangından harap olmuştu. Ahşap direklerin üzerine oturtulmuş köy evlerinin neredeyse tamamı yanmıştı. Evlerinden hiçbir şey kurtaramamıştı, depremzedeler. Ne yatak ne örtü ne yiyecek. Hızır gibi yetişmiştik. Ateşler yakıldı hemen, kazanlar kuruldu. Aç karınlar birkaç günlük de olsa doyacaktı. Alevi oluşları, köylüleri kendi içlerine kapatmıştı. Yardım almak için tek bir girişimde bulunmamışlardı bile. Karınları doyunca sohbete başladık, köylülerle. Kadınlı, erkekli bir çember oluşturmuşlardı, biz de aralarına karıştık. Muhtarı sordum, kimdir diye. “Muhtar benim.” dedi, yaşlıca biri.
- Muhtar, bir kâğıda köyün ihtiyaçlarını yaz. Altına mührünü bas, imzala. Gediz’den sağlamaya çalışalım.
- Oğul, kâğıdım, kalemim yok benim.
Çıkardık bir kâğıt, bir de kalem. Muhtar, önce almazlandı, sonra aldı eline kalemi. Biraz sessizlikten sonra kızara bozara ağzındaki baklayı çıkardı; “aslında ben okurum, ama yazamam.”
Kendi el yazılarıyla yazsınlar istiyorum isteklerini. Gençlerden biri yazmayı biliyormuş. Devlet o kadar uzaklarında kalmış ki, bir şey isterken bile bu uzaklığı hissediyor köylüler. Her istedikleri şeyi en aza indirerek öyle yazıyorlar. Biz karışmadık listenin oluşumuna. Sonuçta liste oluştu. Muhtar, imzaladı, mühürledi.
- Şimdi bize iki güçlü kuvvetli delikanlı, iki at, iki kızak gerek.
- Delikanlı çok. At da sağlarız, ama kızağımız yok.
Çözümü bulduk. Yaylı araba denilen at arabalarından ikisinin tekerlekleri ve yayları sökülünce, nur topu gibi iki kızağımız oldu. Köyde kalanlarla vedalaştık. Gediz’e dönüşümüz çok kolay oldu. Kızakların üstünde sefa sürerek, türküler söyleyerek yolculuk ettik. Yardım merkezinden köylülerin gereksinimlerinin önemli bir kısmını sağladık ve iki delikanlıyı köylerine esenledik. Çok yorulmuştuk, diğer grupları bekleyemedik. Bir şeyler atıştırıp çadırlarımıza çekildik ve bir güzel uyuduk. Sabahleyin çadırın çevresinde hararetli konuşma sesleriyle uyandık. Arkadaşlardan biri merakla çadırın kapısından kafasını çıkardı. Anında geri çekilerek, “arkadaşlar, faşistler çadırımızı kuşatmış. Yandık!” diye bağırdı. Serde gençlik, yiğitlik var. Fırladık birkaç arkadaş dışarı. Çadır çevresindekiler bizi görünce başladı tezahürata;
- Yaşasın Devlet Gençleri. Sizi, buraya Allah gönderdi.
- Garibin yanındaki Devlet Gençleri var olun.
- Köylü – Devlet El Ele.
Çevre köylüleriydi toplananlar. Bizden yardım koparabilmek için gelmişlerdi besbelli. O yıllarda cep telefonu falan yok. Bırakın cep telefonunu, normal telefonla 10 km ötesiyle konuşmak için 20 saat beklenildiği yıllardayız. Bu kadar insan bizim dünkü çalışmamızı nasıl ve ne zaman öğrenmişlerdi? İşin garip yanı Dev–Genç adı “Devlet Gençleri” olmuştu.
Gediz’de 35 gün kaldık. Her gittiğimiz yerde devrimci gençler olduğumuzu, devletle ilişkimiz olmadığını dilimizde tüy bitinceye değin anlattık. 35 gün sonunda dönerken uğurlayıcılarımız yine de “Devlet Gençleri, çok yaşasın” diye uğurladı bizleri.
(*) Gediz’e giden grupta yer alan Kimya Fakültesinden İsmail arkadaşımız, o çetin kış koşullarında hastalanmış ve İstanbul’a dönmek zorunda kalmıştı, on gün sonra. Dönünce öğrendik, İsmail’in menenjitten öldüğünü. Devrimciler, hep kalleş kurşunlarla ölmüyor ki. İsmail Arkadaş kalleş soğuktan kısmetine düşeni almıştı. Anısı yolumuzu aydınlatsın.
Yazar: ERKUT SELÇUK, "Haydi Afiş Asmaya (68'li Anılar)" adlı kitabından
Yorumlar (0)