Devletin Kökeni ve Yoksulluk - 2

"Küreselleşme, modern çağın en karmaşık ve dönüştürücü dalgalarından biri olarak, ulus devletlerin dokusunu derinden değiştirdi. Bir zamanlar görece toplumun refahını gözeten, vatandaşlarına sağlık, eğitim, barınma ve temiz gıdaya erişim gibi temel hakları sunmayı misyon edinmiş sosyal devlet, bu dalganın altında ezildi. Özelleştirme, küreselleşmenin en keskin kılıcı olarak, kamu hizmetlerini piyasanın insafına terk ettiği gibi, başta işçilerin sendikal örgütlenmesini işlevsizleştirerek, emekçilerin grev ve barışçıl hak arama araçlarını yok etmiştir. Bu süreç, yalnızca hizmetlerin niteliğini ve erişilebilirliğini değil, aynı zamanda devletin vahşi kapitalizm dönemine geri dönüşünü de muştulamıştır."

Devletin Kökeni ve Yoksulluk - 2

Bu yazı, Devletin Kökeni ve Yoksulluk -1 | devlet bağlantısında paylaşılan yazının devamı niteliğindedir...

Sosyal Refah İdeasından, Sopaya Dönüşen Devlet

Sosyalist sistemin yıkılmasının ardından. Kendini rakipsiz gören kapitalist sistem, tek kutuplu bir dünya yarattı; uzun zamandır bu tek kutuplu dünya, çok kutuplu bir yapının yolunda can çekişiyor olsa da, küresel sermaye gücünü korumaya devam etmektedir. Dünyayı bir bukalemun gibi sarıp sarmalayan ulus-aşırı sermaye ve onun mikro ölçekteki sac ayağı ulus-devletler, insanlığı sadece açlığa değil yok oluşa doğru koşar adım götürmeyi sürdürmektedir.

Küreselleşme, modern çağın en karmaşık ve dönüştürücü dalgalarından biri olarak, ulus devletlerin dokusunu derinden değiştirdi. Bir zamanlar görece  toplumun refahını gözeten, vatandaşlarına sağlık, eğitim, barınma ve temiz gıdaya erişim gibi temel hakları sunmayı misyon edinmiş sosyal devlet, bu dalganın altında ezildi. Özelleştirme, küreselleşmenin en keskin kılıcı olarak, kamu hizmetlerini piyasanın insafına terk ettiği gibi, başta işçilerin sendikal örgütlenmesini işlevsizleştirerek, emekçilerin  grev ve barışçıl hak arama araçlarını yok etmiştir. Bu süreç, yalnızca hizmetlerin niteliğini ve erişilebilirliğini değil, aynı zamanda devletin vahşi kapitalizm dönemine geri dönüşünü de muştalamıştır.

Bir zamanlar kamusal alanın temel taşları olan hastaneler, okullar ve sosyal konutlar, özelleştirme furyasıyla birlikte kâr odaklı işletmelere dönüştü. Sağlık, bir hak olmaktan çıkıp lüks bir hizmete evrildi; eğitim, bilgiye ulaşmanın değil, ekonomik statünün bir göstergesi haline geldi. Temiz gıdaya erişim, piyasa dinamiklerinin acımasız terazisinde tartılırken, barınma hakkı, emlak sektörünün spekülatif oyunlarına kurban gitti. Bu hizmetlerin fiyatları pervasızca artarken, vatandaşların sırtına binen vergi yükü katlanarak büyüdü. Devlet, bir yandan halkın kaynaklarını toplarken, diğer yandan bu kaynakları sosyal refah için kullanmayı tamamen terk etti. Sonuç, muazzam bir yoksulluğun pençesine düşen bir toplum oldu; umutları kırılmış, geleceği ipotek altına alınmış bir halk.

Bu dönüşüm, devletin niteliğini de yeniden tanımladı. Sosyal devlet, küreselleşmenin rüzgârında eriyip giderken, yerini baskı ve zulmün soğuk bir aparatına bıraktı. Devlet, bir zamanlar biçimsel olarak, vatandaşlarının koruyucusu gibi görünmek zorundayken , artık  buna ihtiyaç duymadan  bir sopaya dönüşmüş durumdadır. Küreselleşmenin vaat ettiği özgürlük ve bolluk, ironik bir şekilde, halkı daha fazla bağımlılığa ve yoksunluğa mahkûm etti. Özelleştirme, yalnızca hizmetlerin değil, aynı zamanda adalet ve eşitlik gibi kavramların da piyasalaşmasına yol açtı. Devlet, bu yeni düzende, idea etiği gibi vatandaşın değil, piyasanın hizmetkârı oldu.

Küreselleşmenin bu acımasız dansında, ulus devlet bir aktör olmaktan çıkıp bir aygıta dönüştü. Toplumun ihtiyaçlarına tamamen kulak tıkayan, yalnızca piyasa dinamiklerine ve küresel sermayenin taleplerine yanıt veren bir yapı ortaya çıktı. Bu, yalnızca ekonomik bir yoksulluk değil, aynı zamanda bir anlam ve güven yoksulluğudur. Halk , devletin gölgesinde yalnızlaştı; hakları, piyasanın kâr hırsına terk edildi. Sosyal devletin ruhu, küreselleşmenin soğuk rüzgârlarında kaybolurken, geriye yalnızca bir soru kaldı: Devlet, kimin için var?

Yeni Dünya Düzeni ya da  Yeni Sömürgecilik

Küresel ekonomik düzen, tarih boyunca güç ilişkilerinin şekillendirdiği bir eşitsizlik üzerine kurulmuştur. Bu eşitsizlik, özellikle yoksul ülkelerin doğal kaynaklarının, zengin ülkelerdeki sermaye grupları tarafından sistematik bir şekilde kontrol edilmesiyle belirginleşir. Maden kaynakları, bu sürecin en kritik noktalarından birini oluşturur; çünkü bu kaynaklar, küresel sanayi, teknoloji ve enerji üretiminin temel taşlarıdır. Ancak, yoksul ülkelerdeki maden kaynaklarının çıkarılması ve işlenmesi, yerel halkların refahına katkıda bulunmak yerine, çoğunlukla uluslararası şirketlerin kârlarını maksimize etmeye hizmet eder. Bu durum, yeni sömürgecilik olarak adlandırılan bir yapının temel dinamiğidir.

Yeni Sömürgeciliğin Mekanizması

Yeni sömürgecilik, klasik sömürgecilikten farklı olarak fiziksel işgalden ziyade ekonomik ve politik bağımlılık mekanizmaları üzerinden işler. Yoksul ülkelerdeki maden kaynaklarına el koyma süreci, genellikle çok uluslu şirketlerin bu ülkelere yatırım yapma vaadiyle başlar. Bu şirketler, maden çıkarma haklarını elde etmek için yerel hükümetlerle anlaşmalar yapar. Ancak bu anlaşmalar, çoğu zaman şeffaf olmaktan uzak, yolsuzluk ve baskı mekanizmalarıyla şekillenir. Sözleşmeler, yerel halkın çıkarlarını göz ardı ederek, şirketlere vergi muafiyetleri, ucuz işgücü ve çevre düzenlemelerinden muafiyet gibi avantajlar sağlar. Örneğin, Afrika’daki kobalt ve lityum madenleri, elektrikli araç endüstrisinin temel hammaddeleridir, ancak bu madenlerin çıkarılmasında çalışan işçiler asgari ücretlerle, güvencesiz koşullarda ve çevre tahribatına maruz kalarak yaşamlarını sürdürür.

Bu süreçte, küresel sermaye, finansal kurumlar aracılığıyla yoksul ülkeleri borç sarmalına iter. Uluslararası Para Fonu (IMF) veya Dünya Bankası gibi kuruluşlar, bu ülkelere borç verirken, “yapısal uyum” programları adı altında maden kaynaklarının özelleştirilmesini ve yabancı yatırımcılara açılmasını şart koşar. Böylece, yerel ekonomiler kendi kaynakları üzerinde kontrolü kaybeder ve bu kaynakların getirisi, küresel piyasalarda zengin ülkelerdeki şirketlerin kasalarına akar. Örneğin, Latin Amerika’daki bakır madenleri veya Güney Asya’daki nadir toprak elementleri, bu tür bir sömürü döngüsünün açık örnekleridir.

Devlet Şirket İttifakı ve Yerel Halklar

Maden çıkarımı, yalnızca ekonomik bir sömürü aracı değildir; aynı zamanda sosyal ve çevresel yıkımlara yol açar. Maden sahaları, genellikle yerel toplulukların yaşadığı alanlarda kurulur ve bu topluluklar, topraklarından zorla çıkarılır veya yaşam alanları tahrip edilir. Çevre kirliliği, su kaynaklarının zehirlenmesi ve biyoçeşitliliğin yok olması, maden çıkarımının kaçınılmaz sonuçlarındandır. Örneğin, Afrika’daki bazı altın madenlerinde, siyanür gibi toksik maddelerin kullanımı, yerel su kaynaklarını kullanılamaz hale getirmiş, tarımı ve balıkçılığı bitirmiştir. Bu durum, yerel halkı ekonomik olarak daha da bağımlı hale getirirken, küresel sermayenin kârlarını artırmaya devam eder.

Dahası, maden işçilerinin çalışma koşulları, modern kölelik olarak nitelendirilebilecek düzeydedir. Çocuk işçiliği, düşük ücretler, iş güvenliği eksikliği ve sendikal hakların bastırılması, maden endüstrisinin yoksul ülkelerdeki tipik özelliklerindendir. Bu koşullar, küresel sermayenin maliyetleri düşürme stratejisinin bir parçasıdır. Yerel halk, kendi kaynaklarından elde edilen zenginlikten pay alamazken, bu kaynakların küresel piyasalarda yüksek kârlarla satılması, eşitsizliğin derinleşmesine yol açar.

Küresel Güç Dinamikleri ve Direniş

Yeni sömürgecilik, yalnızca ekonomik bir mesele değildir; aynı zamanda politik bir hegemonya meselesidir. Zengin ülkelerdeki hükümetler ve şirketler, yoksul ülke hükümetleri ile iş birliği yaparak bu sömürü düzenini sürdürür. Ancak bu durum, yerel topluluklarda direniş hareketlerini de doğurur. Maden bölgelerindeki halk hareketleri, çevreci örgütler ve işçi sendikaları, bu sömürüye karşı mücadele etmektedir. Örneğin, Latin Amerika’da, Akbelen’de, Fındıklı’da… yerel ahalinin maden projelerine karşı düzenlediği protestolar, bu direnişin güçlü örneklerindendir. Ancak bu hareketler genellikle devlet ve şirket ittifakı tarafından şiddetle bastırılır.

Ezcümle. Küresel sermayenin yoksul ülkelerdeki maden kaynaklarına el koyması, yeni sömürgeciliğin en somut tezahürlerinden biridir. Bu süreç, ekonomik eşitsizlikleri derinleştirirken, çevresel yıkım ve sosyal adaletsizlikleri de beraberinde getirir. Yoksul ülkeler, kendi kaynakları üzerinde egemenlik kurmadıkça ve küresel ekonomik düzenin kuralları adil bir şekilde yeniden yazılmadıkça, bu döngü devam edecektir. Yerel halkların direnişi ve uluslararası dayanışma, bu sömürü düzenine karşı umut vadetse de, mevcut güç dinamikleri değişmedikçe, maden kaynakları küresel sermayenin elinde bir sömürü aracı olmaya devam edecektir.            

                                                                  

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış