Serinin önceki yazıları:
Devletin Kökeni ve Yoksulluk -1 | devlet
Devletin Kökeni ve Yoksulluk - 2 | Siyaset
Sınırlar ve Doğanın Dengesi
Ulus devlet ve onun doğum yatağı olan kapitalist sistemin ayırt edici üzerliklerinden biri de kendinden önceki sistemlerden farklı olarak, başta ulusal sınır olmak üzere doğa üzerinde çeşitli saiklerle çizmiş olduğu sınırlardır.
İlkel komünal toplumlarda doğa kolektif bir kaynak olarak görülürdü. Avcılık-toplayıcılık dönemlerinde sınırlar yok denecek kadar azdı; toprak, su ve hava ortak mülkiyet altındaydı. Feodalizmde bile, “ortaklar” (commons) kavramı hâkimdi – köylüler ormanlara, nehirlere serbest erişim hakkına sahipti. Ancak, kapitalizmin doğuşuyla birlikte, bu denge bozuldu. Onsekizinci yüzyıldan itibaren İngiltere’de başlayan “çitleme hareketi” , ortak toprakların özel mülkiyete dönüştürülmesini simgeler. Marx, Kapital adlı eserinde bunu “ilkel birikim” olarak tanımlar: Köylüler topraklarından kovulur, işgücü piyasaya sürülür ve doğa sermayenin emrine girer. Bu süreç, ulus-devletlerin oluşumuyla eşzamanlıdır. Westphalia Barışı (1648) ile modern ulus-devlet sistemi kurulurken, sınırlar çizildi. Bu sınırlar, yalnızca siyasi değil, ekonomik işlev gördü: Sermaye sahipleri (burjuvazi), ulusal sınırlar içinde kaynakları tekelleştirdi. Sonuç? Fabrika sisteminin yükselişiyle hava, su ve toprak kirlenmeye başladı. Sanayi Devrimi’nde kömür dumanı Londra’yı zehirlerken, bu kirlenme “ulusal kalkınma” adı altında meşrulaştırıldı.
Doğada kirlenme kavramı, kapitalist üretim tarzının doğuşuna işaret eder. Doğada kirlenme her zaman vardı –volkanik patlamalar, orman yangınları– ancak sistematik ve kitlesel kirlenme, sınırlarla gelen kapitalist sömürüyle başladı. Sınırlar, doğayı ulusal “mülk” haline getirerek, sınırsız kâr arayışını teşvik etti.
Ulus Devlet ve Çevre Yıkımı
Kapitalizm doğayı “kullan-at” mantığıyla ele alır. Kapital‘de, sermaye birikiminin doğayı nasıl tahrip ettiğini anlatır: Toprak verimliliği azalır, ormanlar yok edilir, çünkü kâr maksimizasyonu her şeyi ezer. Engels, "İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu"nda, sanayi şehirlerindeki hava kirliliğinin işçi sınıfını nasıl zehirlediğini betimler. Kirlenme, sınıf mücadelesinin bir parçasıdır: Burjuvazi kâr ederken, proletarya (ve doğa) bedel öder.
Ulus-devlet sınırları bu süreci pekiştirir. Sınırlar, sermayenin hareketini kontrol eder: İçeride ucuz işgücü ve kaynak sömürüsü, dışarıda ise emperyalist yayılma. Lenin’in "Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması"nda belirttiği gibi, ulus-devletler emperyalizmin aracıdır. Kolonyal dönemlerde, Avrupa ulus-devletleri Afrika, Asya ve Latin Amerika’yı sınırlarla böldü. Bu sınırlar, maden çıkarma, plantasyon tarımı ve endüstriyel sömürüyü kolaylaştırdı. Örneğin, Belçika Kongo’sunda kauçuk üretimi için ormanlar yok edildi, nehirler zehirlendi –tüm bunlar “ulusal sınırlar” içinde meşru görüldü.
Günümüzde de aynı mantık geçerli: Küresel ısınma, plastik kirliliği ve biyoçeşitlilik kaybı, kapitalist üretimden kaynaklanır. Sınırlar, sorumluluğu ulusal düzeyde tutar: Zengin ulus-devletler (ABD, AB) emisyonlarını fakir ülkelere ihraç eder. Paris İklim Anlaşması gibi girişimler, kapitalizmin sınırlarını aşamaz; çünkü ulus-devletler burjuvazinin çıkarlarını korur
Sınırların Rolü: Kontrol, Sömürü ve Kirlenme
Sınırlar, kapitalizmin “görünmez eli”ni görünür kılar. Ulus-devletler, sınırlarla kaynakları millileştirir ve yabancı sermayeye karşı korur ama bu koruma, iç sömürüyü yoğunlaştırır. Örneğin, ABD-Meksika sınırı, NAFTA gibi anlaşmalarla Meksika’da "maquiladora" fabrikalarını teşvik etti; bu fabrikalar nehirlere kimyasal atık dökerek kirlenmeye yol açtı. Sınırlar aynı zamanda göçü kontrol eder: Kirlenmeden kaçan mülteciler (iklim mültecileri) sınırlara takılır, proletarya bölünür. Marksist bakışta, sınırlar ideolojik bir işlev de görür. Burjuvazi “ulusal çevre politikaları”yla kirliliği gizler. Örneğin, “yeşil kapitalizm” (elektrikli arabalar, yenilenebilir enerji) sınırlar içinde pazarlanır, ama üretim zinciri (kobalt madenciliği Kongo’da) küresel sömürüye dayanır. Rosa Luxemburg’un birikim teorisinde, kapitalizm sürekli yeni sınırlar (coğrafi veya ekonomik) arar; bu da doğayı daha fazla kirletir.
Bhopal faciası (1984, Hindistan) ulus-devlet sınırlarının yetersizliğini gösterir: Union Carbide şirketi, sömürgeci mantıkla zehirli gaz sızdırdı, binlerce canlı öldü.
Günümüzde, Amazon ormansızlaşması Brezilya’nın “ulusal egemenliği” adı altında devam eder. Çin’in hızlı sanayileşmesi, hava kirliliğini artırırken, sınırlar ihracatı korur.
Yorumlar (0)