en iyi becerdiğim iş oynamak veya yazmak değil, her iki anlamıyla da seyretmek. seyredişte bir seyir. bilinçli değil, kendiliğinden, göz seyirmesi gibi bir seyir. on üç on dört yaşıma dek seyirsiz seyrettim: kim kime nasıl davranıyor, konuşuyor.
sonra hem seyrettim hem de seyrettim. misal kedileri seyrettim, benim gibi seyretmiyor, doğrudan yapıyor, eylemlerine gelen tepkilere tepki olarak eyliyorlardı. kedi olamıyordum çünkü ben uzun ihsan efendi gibi mütefekkir bir seyirciydim.
ben tefekkürle mâlul bir insan evladı idim. doğrudan eylemlerle, hayata çarpa çarpa gelişen bir vücut değildi benimki. ağaçlara, düz duvarlara tırmandığım, bisiklet giderken selesinde ayağa kaktığım oldu ama asıl bir kurgu, bir inşaattı vücudum.
kaslarımı nasıl geliştirip esneteceğimi, güneşe ne kadar çıkacağımı, günde kaç otuzbir çekeceğimi, büyüklerime nasıl saygılı, küçüklerime ne kadar sevgili davranacağımı planlayabiliyordum. bunların hiçbiri göz seyirmesi gibi değildi.
fikirler bana sokakta erkek evde okulda uslu bir oğlan çocuğu olmayı, içimden şehvetli dışımdan mütekamil görünmeyi, kendimi bırakmayı değil bastırmayı, neşeyi değil kederi, eğlenceyi değil çileyi, eylemi değil nasihatı dinlemeyi öğretti.
ve böylece kendiliğinden olmayan şeyleri, planlanmış olanları ama kendiliğindenmiş gibi planlanmamış gibi yapılanları ve tabi kendi vücudumu da seyretmeye başladım. kurgulanmış, inşaa edilmiş bişiyden samimiyet bekledim.
pek yavaş ve sersemce anlıyordum ki hepimiz bir terraryum bitkisiydik ve fikirlerden mürekkep bir kavanozun içinde doğallık (aslında vücudumuzun bir ve bütün halinde kalacağı, birbirimizden zarar görmeyeceğimiz bir esenlik) arıyorduk.
hepimiz seyir halinden çok, fikirleri köpürttüğümüz bir seyretme halindeydik. herkes öyle ya da böyle bir uzun ihsan efendi idi. çoğumuz bunu bilmiyor, bir kedi gibi, bir karga gibi kendimizi doğal varlıklar sanıyorduk. ne ki işte değildik. olamazdık da.
erkeklik bir fikirdi, kadınlık bir başka fikir. dil, bize fikirler veriyordu. tanımlıyor, tarif ediyor, sınırlandırıyor, talim ve terbiyeyle, adabı muaşeretle hepimizi tek şekillendiriyor; sevk ve idareyle ilişkilerimizi, sosyal hayatımızı idare ediyordu.
çocukluk, gençlik, yaşlılık birer fikirdi. hastalıklılık, sağlıklılık bir fikirdi. iyilik kötülük, doğruluk yanlışlık, güzellik çirkinlik de öyle. ara haller, ara renkler, telvin, birbiriyle içiçe geçen duygular, belirsizlikler, fluluklar ayıklanıyordu.
sürekli tanımlanıyor, sürekli tanımlıyorduk. fikirlerin camından, merceğinden, lamından, lamelinden; teloskoplarla elektron mikroskoplarıyla bakıyorduk birbirimize ve her şeye. her şey gözümüze yani fikrimize uyduruluyordu
yanlış teşhisler yanlış tedavileri, yanlış yeme içmeleri, yanlış davranışları, ilişkileri ve yanlış bir hayatı geliştiriyordu. sadece beş duyumuz vardı. denge duyusu, kendilik duyusu ve odaklanmanın ötesine geçen çevrel bakışımız yoksanıyordu.
olmayana ergi, abese irca ile birbirimizden ayıklanıyor, ayrışıyorduk. anlıyordum ki farklı değildim, herkesle birlikte bu terraryumun içine tıkılmıştım. onca bedensel çabama rağmen kendime yabancılaşmış olduğumun bilincine varıyordum.
zorunluğun bilincine varmak tutsak ediyordu. asıl, zorunlu olmayanın bilinçsizliğine varmalıydım. bunun sonucunda özgürleşecek miydim peki. özgürlük meselem olmadığında özgürleşecektim ve özgürleşip özgürleşmediğimi de bilemeyecektim.
hiçbir şeyi bilemeyecektim, tanımlayıp tarif edemeyecektim. fikirleri aşmak için daha çok fikre, çok daha güçlü fikirlere, bu terraryumun camını kıracak demek ki kendime yabacılığımla çelişen, pek yüz verilmeyen fikirlere ihtiyacım vardı.
dil eşittir fikirler idiyse, dildışı eşittir ne idi. şimdi sen bana bir kederini anlatacaksın, ben sadece dinleyeceğim. anlattığından çok anlatışını dinleyeceğim. ve hiçbir yorum yapmayacak, seni, hissettiklerini tanımlamayacağım.
bu mümkün mü. bende mutlaka bir fikir, fikre dayalı bir his, hisse dayalı bir eylem yani tepki oluşacak. dil kalbimizi böyle coşturur yahut yatıştırır yahut da (sen istersen kendini sağlama alıp buna a-ritmi de, ben diyeyim) karman çorman eder.
bir rus yahut çin hikâyesi okurken falanca eyaletin filanca köyünden bahsedilir, otantik mekânlar, eşyalar betimlenir. doğrusu hiçbişiy canlanmaz gözümde. mekânları asıl anlatan kahramanların eylemleridir. eylem, dildışıdır.
eylem bize mekânı ve zamanı ve diğer varlıkları anlatır. eylem her şeyi anlatır. öyle ki eylemi tarif etmek, tanımlamak, yorumlamak anlamsızdır. eylem, evet fikirler uyandırır ama aynı zamanda sadece sendeki eylemi tetikleyerek fikirsiz de bırakır.
eylemimizin ardında yatan fikir-his-eylem dizilimi yani kültürel dizilim, eylem-eylem dizilimine bir başka deyişle etki-tepki dizilimine yani dildışına çıkar. biz buna olay, tecrübe, deneyim, hikâye, anı, anlatı gibi isimler veriyoruz. biz severiz adları.
şunu görebiliriz ki fikirsiz de hisler ve eylemler oluşabilir. talim terbiyesiz, adabı muaşeretsiz, sevk ve idaresiz bir hayat da mümkün. e hayvandan, ottan ne farkımız kalır o zaman. hayvandan, ottan farkımız ne sağladı, bakalım o zaman.
dil benimle satranç, dama, go, tavla oynuyor. bense dilin oyunlarından bıktım, çıktım, bizzat kendisiyle oynuyorum. dilin içeriğiyle değil kurgusuyla oynuyorum. tâ on beş yaşından beri. göze göz dişe diş değil, oyuna karşı oyun dile karşı dil.
aristoteles poetika’da, tragedya’nın niteliklerini sayar döker. ama hikâye olmadan der tragedya olamaz. eylem olmadan da hikâye olamaz. yani kahramanlar olmadan hikâye olamaz. ne kadar betimlersen betimle eylemsiz zaman ve mekân olamaz.
bir barbarın doğrusu aristoteles’e ihtiyacı yoktu. eylem hâlinde birinin dile ihtiyacı yoktur. sait faik abasıyanık, ermeni balıkçı ile topal martı hikâyesinde şöyle der. "insan geveze ise balıkçı değildir, balıkçı ise geveze değildir.”
-bitti-,
-son-
Yorumlar (0)