Ülkenin siyasi gündeminin yoğun olduğu bu günlerde Filistin’e dair bir söyleşi yayımlamak biraz tuhaf gelebilir, hele de yerli İslamcılarımızın (tabii İslam evrensel bir din olduğu için bu ifade bir oksimoron ama ülke sağcılığı içinde böyle bir olgu var) Türkiye’deki hukuk ihlallerini perdelemek için Filistin davasını özellikle kullandığı günlerde. Okuyacağınız söyleşi Muhammed El-Kürd’ün yeni kitabı üzerine, kitabın temasına uygun bir şekilde, El-Kürd Filistin’e dışarıdan destek olan kamuoyunun kendi beklentilerini Filistin mücadelesine dayatmalarını eleştiriyor ve bunun reddedilmesi gerektiğini vurguluyor. Bu mesajın bugün çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu söyleşi, Donald Trump adlı soytarının tehdit ve talimatıyla Gazzelilerin yerlerinden edilmesinin İslami bir kavramla, “hicretle” meşrulaştırma operasyonunun AK trollerce yürütüldüğü gündeme denk geliyor. Filistin davasına düşmanlık Türkiye’nin laik ve milliyetçi mahallelerinde ne yazık ki azımsanmayacak ölçüde yaygındı ama suret-i haktan gözükerek yapılan bu “hicret” propagandasıyla burada da liderliği İslamcı mahalleden troller aldı. “Yaparsa AK Parti yapar” sloganının hakkını bir kez daha verdiler. Reislerinin iktidarını sürdürmesi yani kendi ayrıcalıklarını korumak için alçalmayacakları bir seviye olmadığı görüyoruz. Nehirden Denize Özgür Filistin.
Abdülcevat Ömer, Muhammed El-Kürd ile yeni kitabı, Filistin direnişini sulandırmadan anlatma mücadelesi ve samimi bulunma önkoşulunu reddettiği bir kitle için yazmanın çelişkileri üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Muhammed El-Kürd, yeni kitabı Perfect Victims’de (Kusursuz Kurbanlar), Filistinlilerin uğradıkları zulmü nasıl anlatmaları gerektiğini uzun zamandır dikte eden kalıpları reddediyor. Kitap, Filistinlilerin kendilerini acı çekerek, masumiyet provaları yaparak, Batılı duyarlılıklara uygun mağduriyet performansları sergileyerek ifade etmelerini talep eden muteberlik siyasetine karşı bir meydan okuma eylemi niteliğinde.
Öldüğümüze inanmaları için bedenimizi teşhir etmemizi talep eden -ama öldüğümüzü kabul ettikten sonra bile cesedi suçlamanın bir yolunu bulan- bir dünyada, El-Kürd’ün kitabı, anaakım temsil biçimlerine ve Filistin’in yıllar süren muteberlik siyasetine yönelik taze, geri adım atmayan ve güçlü bir eleştiri sunuyor. Yine de El-Kürd bu “hoş görülme” odaklı iletişim biçimini reddederken farklı ve daha radikal bir yaklaşım inşa ediyor: İcazet almayan, sterilize etmeyen, aynı zamanda muteberlik önkoşuluna karşı tavır alan bir iletişim. Bu, tanınma ihtiyacından bağımsız bir Filistin onuru iddiası, hayali bir kitlenin iyi niyetli olduğu varsayımına dayanmayan bir siyaset ısrarıdır. Kitap okuyucularını yüzleşmeye zorluyor, dayanışmayı yöneten çerçeveleri sarsıyor ve Filistin’in en iyi niyetli destekçilerinin bile içinde faaliyet gösterdiği psişik ve ideolojik kısıtlamaları açığa çıkarıyor. El-Kürd ile yapılan bu söyleşi, kısmen bu gerilimlerin bir incelemesidir: muteber olduğuna ikna etme önkoşulunu reddettiği bir kitle için yazmanın çelişkileri, direnişi sulandırmadan anlatmanın mücadelesi ve mücadelenin içinden geliştirdiği söylemi söküp atmanın zorluğu. Bu söyleşi kaydedilmiş, yazıya dökülmüş ve düzenlenmiştir.
Abdülcevat Ömer: Yazar notunuzda soykırım zamanında yazmayı bir eziyet olarak tanımlıyorsunuz. Öyle görünüyor ki, böylesine büyük bir şiddetin gölgesinde yazmak sizin için hem bir hayatta kalma hem de direniş eylemi; bir meydan okuma, ama aynı zamanda son derece çelişkili bir süreç. Bir yandan gerekli, ancak aynı zamanda, yazı yoluyla hak savunuculuğu çelişkilerle doluymuş gibi, yazılı kelimeler ve onların etkisiyle boğuşuyor gibisiniz. Bu gerilimi detaylandırabilir misiniz? Ben de dahil olmak üzere pek çok Filistinlinin bu mücadeleyi paylaştığına inanıyorum.
Muhammed El-Kürd: Güzel bir soru. Yazmaya “direniş” demekten çekiniyorum ama evet, kesinlikle tarif ettiğiniz gerilimi yaşıyorum. Bir yandan yazmak kaçınılmaz geliyor, özellikle de İngilizce olarak, çünkü 7 Ekim’in ardından Filistin’i çevreleyen söylem korkunçtu, dar görüşlüydü ve direnişe düşmanca yaklaşıyordu. Filistinlilerin silahlı direnişi öylesine ezici bir şekilde reddediliyordu ki, söylem sözde destekleyici olsa bile, çoğu zaman dayanışmanın anlamını sulandıran pek çok nitelemeyle birlikte geliyordu. Bu atmosferde, kendinizi yazmaya mecbur hissediyorsunuz, ille de bir sohbete katılmak için değil, bu tavizlerin hakim olduğu bir alana sızmak için.
Aynı zamanda dilin sınırlarının da farkındasınız. Silahların yokluğunda, tüfeklerin yokluğunda kelimeler çoğu zaman yetersiz kalıyor. Ayrıca, her şey halen devam ederken devam eden bir mücadele hakkında yazmak neredeyse hadsiz, hatta belki de küstahça geliyor. İnsanlar öldürülmeye ve şehit edilmeye devam ederken bir şeyi nasıl analiz edebilirsiniz? Bir de mesafe meselesi var. Kitabın bazı bölümleri Filistin’de yazılmış olsa da, çoğu New York’ta kaleme alındı. Bu fiziksel ayrılık, otoriteyle ilgili soruları gündeme getiriyor: başkaları anlattığınız olayları yaşarken ve ölürken uzaktan yazmanın ne anlama geldiğiyle ilgili sorular… Ama nihayetinde, özellikle Filistin direnişine bu kadar düşmanca yaklaşılan bir ortamda yazmanın değerinin farkındayım.
Abdülcevat Ömer: Ben de öyle hissediyorum. Yazmak hem bir tür entelektüel girişim hem de son derece kişisel bir ihtiyaç olarak hizmet edebilir, ancak aynı zamanda bir iç çelişki de taşır, yazma ihtiyacı ve bunu yapmaktan duyulan eşzamanlı rahatsızlık.
Muhammed El-Kürd: Kesinlikle. Bu yüzden kitapta yazdıklarıma kendimi de dahil etmeye özen gösterdim. Uzaktan durup eleştirmek, başkalarına parmak sallamak ve onların eksikliklerine işaret etmek kolaydır. Ancak okuyucunun bu çelişkilere benim de dahil olduğumu görmesini istedim. Örneğin, Filistin anlatılarında yurttaşlığın aşırı vurgulanmasını eleştirdiğim bir bölüm var. Burada İsrail ordusu tarafından gözleri bağlanan, elleri kelepçelenen ve ölüme terk edilen 80 yaşındaki Filistinli Ömer Esad vakasını ele alıyorum. Onun hakkında yazarken, kendimi onun da dövüldüğünü doğrulayan bir makale ararken buldum; çünkü benim zihnimde ek bir vahşet katmanı olmadığı sürece onun çektiği acı “yeterli” değildi. Filistinlilerin çektiği acıları Batılı bir kitle için daha “okunaklı” kılmak amacıyla vurgulamaya yönelik bazı kalıpları benim bile içselleştirdiğimi fark ettim. Bu farkındalığı kitaba dahil etmek benim için önemliydi; kendi kendimi kırbaçlamak için değil, eleştirdiğimiz ideolojik çerçeveler tarafından nasıl şekillendirildiğimiz konusunda dürüst olmak için.
Abdülcevat Ömer: Açılış bölümlerinde okuyucuyu oturma odanıza davet ederek kitabı samimi bir sohbet olarak sunuyorsunuz. Ancak onları tam olarak oturma odasına getirmediğinizi, balkona yerleştirdiğinizi ya da belki de kapıda beklettiğinizi iddia edebilirim. Bu bir davet ama temkinli bir davet. Kitapta misafirperverlik var, ama aynı zamanda temkinlilik de var, ki bence bu temkinlilik Filistin misafirperverlik geleneklerinin sömürgeciler tarafından bozulmasının tarihinden kaynaklanıyor. Başka bir deyişle, sizin de bildiğiniz gibi, bizim kültürümüzde misafiri ağırlamak yabancıyı tanıdık kılmakla ilgilidir. Ancak bu yabancı aynı zamanda bir yerleşimci, sizi mülksüzleştirmeyi amaçlayan biri olduğunda ne olur? Sömürgecilik misafirperverliği bir ihanet alanına dönüştürür. Bence kitabınız bu ikircikliliği yansıtıyor. Bir yandan okuyucuyu içeri davet ediyorsunuz, ama diğer yandan varlıklarının koşullu olduğunu açıkça belirtiyorsunuz. Bu kolay bir davet değil. Okuyucuya alışılagelmiş bir şekilde hitap etmiyorsunuz ve yine de bu daveti reddederek farklı türde bir davet yaratıyorsunuz. Bu gerilimden söz edebilir misiniz?
Muhammed El-Kürd: Bu gerçekten ilginç bir okuma. Kitaptaki misafirperverlik metaforunu daha geniş Filistin misafirperverlik geleneğiyle bilinçli olarak ilişkilendirmemiştim ancak bu çok mantıklı. Davette kesinlikle bir koşulluluk var. Okuyucuya hoş geldin diyorum ama kitapta ilerledikçe ince bir buz kütlesinin üzerinde oldukları anlaşılıyor. Misafirperverlik koşulsuz değil. Belki de bu daha geniş bir tarihsel örüntüyü yansıtıyor; dünyanın dört bir yanındaki yerli halkların yerleşimcilere nasıl cömertlik gösterdiğini, ancak karşılığında ihanet gördüklerini. Bunu, Yosef Weitz gibi yerleşimcilerin mülksüzleştirilmemizi organize etmeden önce evlerimizde ağırlandıkları Filistin’de gördük.
Benim için bu kitabı yazmak, Batı’yla konuşmak konusunda bana öğretilen her şeye karşı bir isyan eylemiydi. Evimin yerleşimciler tarafından alındığı Şeyh Cerrah’ta büyürken sürekli olarak diplomatlar, gazeteciler ve STK temsilcileri için performans sergiliyordum. Bir replik öğrendim; kimse bana açıkça öğrettiği için değil, büyükannemi, babamı, teyzelerimi ve diğerlerini izleyerek. Filistinlileri Batılı izleyiciler için kabul edilebilir kılmak üzere tasarlanmış nitelendirmeler, bilgilendirmeler ve güvencelerle doluydu. Bu kitap benim söz konusu performansı bir kenara bırakma girişimimdi. Elbette bunun kalıntıları var, belki de bu kaçınılmazdır. Ancak benim amacım Filistinlilerin varoluşunu ve mücadelesini tavizsiz ve onurlu bir şekilde ortaya koymaktı. Muteber görünmek için acınası ya da zavallı görünmemiz gerektiği fikrini reddediyorum. Güç, güçsüzlükten daha ikna edicidir. Haysiyet, mağduriyetten daha ikna edicidir. Kitap nihayetinde ikna edicidir ama ikna karşıtı bir stratejiyle. Yalvarmayı reddediyor ve bunu yaparken de kendi şartlarımızla tanınmayı talep ediyor.
Abdülcevat Ömer: Kitabınızın çarpıcı unsurlarından biri, Batılı söylemde genellikle silinen veya kötülenen Filistinli figürleri -savaşçıları, erkekleri, “yası tutulamaz” addedilenleri- merkeze alması. Örneğin, Filistinlilerden bahsederken cinsiyet ayrımı gözetmeyen zamirler kullanmayı reddetmeniz, sadece kadınları ve çocukları vurgulayan sterilize edilmiş anlatıların kasıtlı bir reddi gibi görünüyor. Bu figürleri merkeze almak sizin için neden önemliydi?
Muhammed El-Kürd: Çünkü bu gerekli. Yıllardır insanlar Filistinlilerin çektiği acılara ilişkin tartışmalarda “kadınları ve çocukları” merkeze alan söylemi eleştiriyor ancak bu eleştirileri genellikle gerekçeler takip ediyor: “Filistinli erkekler de, çünkü onlar nazik babalar ve mühendisler.” Bu, asıl meseleyi tamamen gözden kaçırıyor. Sorun sadece erkeklerin silinmesi değil; savaşçıların, korkutucu görülenlerin, mükemmel kurban imajına uymayanların da silinmesi. Kitabın argümanına, yani insanlaştırma ve muteberlik siyasetinin reddine teoride katılmak kolay. Ancak asıl zorluk, bunu Batılı izleyicilerin empati kurmakta zorlandığı figürlere uyguladığımızda ortaya çıkıyor. Onları merkeze alarak okuyucuyu önyargılarıyla yüzleşmeye davet ediyorum. Filistinlilerin özgürlüğüne gerçekten inanıyorlar mı, yoksa bunun sadece kendi duyarlılıklarına uygun bir versiyonuna mı inanıyorlar?
Kitap boyunca cinsiyet ayrımı gözetmeyen zamirler yerine “he” zamirinin kullanılması bile bilinçli bir tercihti. Bu, Filistinlilerden yalnızca Batılı izleyiciler için sindirilebilir olacakları şekilde bahsedilmesi talebinin bir reddiydi.
Abdülcevat Ömer: Kitabın temel argümanlarından biri “olsa bile” cümlesinde özetleniyor. Neden bu cümleyle başlamayı seçtiniz? Nasıl bir mesaj taşıyor?
Muhammed El-Kürd: Kitabın argümanı gerçekten de oldukça basit. Orijinal bir argüman değil; siyah radikal geleneklerden, cinsiyet temelli şiddetle ilgili feminist argümanlardan ödünç alıyorum. Adaletin önkoşulu olarak insanlaştırmayı reddetmemiz gerektiği fikri daha önce de dile getirilmişti. Asıl zorluk bunu somut bir şekilde göstermekti. Bu yüzden “olsa bile” ile başlıyorum. El Şifa Hastanesi’nin altında silahlar saklanmış olsa bile hastane bombalanmamalıdır. Filistinli savaşçılar sivillerin arasında saklansalar bile yine de direnme hakları vardır. Filistinliler Yahudilere karşı kin besleseler bile yine de işgal altında olmamalıdırlar. Olsa bile… olsa bile… olsa bile.. . Filistinlilerin Siyonist sömürgeciliği haklı çıkaracak hiçbir şey yapamazlar. Amaç çerçeveyi değiştirmek, sorunun Filistinlilerin davranışları değil siyonizm olduğunu açıkça ortaya koymaktır. “Olsa bile” argümanı savunma yapmayı reddetmekle ilgilidir. Siyonist ahlaki sınamalara cevap vermeyi reddetmek, davamızı sömürgeci beklentilere uygun bir şekilde savunmayı reddetmekle ilgilidir. Bu, Filistinlilerin içine zorlandıkları performansın, yani özgürleşmeye layık olduğumuzu kanıtlamamız yönündeki sürekli talebin reddedilmesidir.
Abdülcevat Ömer: Shireen Abu Akleh ve Ghroub Warasneh gibi figürler arasında, öldürüldüklerinde dünya çapında öfke uyandıranlar ile ölümleri haberlere pek yansımayanlar arasında da bir zıtlığa dikkat çekiyorsunuz. Sizce yas tutmanın bir hiyerarşisi var mı?
Muhammed El-Kürd: Kesinlikle bir yas hiyerarşisi var. Teoride tüm Filistinli şehitlerin eşit olduğunu, aralarında ayrım yapmadığımızı söyleyebiliriz. Ancak pratikte dünya böyle işlemiyor. Shireen Abu Akleh bir Amerikan vatandaşıydı, bir gazeteciydi. Bu faktörler nedeniyle olağanüstü bir ilgi gördü. Öldürülmesine karşı küresel bir öfke vardı, soruşturmalar, diplomatik açıklamalar, hatta ABD hükümeti tarafından sınırlı bir kabul bile gördü. Ancak bunu El Halil’de benzer koşullar altında öldürülen Filistinli gazeteci Ghroub Warasenh gibi biriyle karşılaştırın. Onun hikayesi unutulup gitti. Ve bu sadece medyanın önyargısıyla ilgili değil, somut koşullarla da ilgili. Gücün nasıl işlediğiyle ilgili. Şeyh Cerrah’taki mahallem, en iyi medya kampanyasını yürüttüğümüz için değil Doğu Kudüs’te olduğu, büyükelçilikler ve uluslararası kuruluşlarla çevrili olduğu için uluslararası alanda tanındı. Coğrafyanın bizzat kendisi görmezden gelinmesini imkansız hale getirdi. Yani mesele sadece çifte standart değil. Kimin acısının görünür olduğunu, kimin ölümünün trajik sayıldığını ve kimin direnişinin meşru görüldüğünü belirleyen daha geniş mekanizmalarla ilgili.
Abdülcevat Ömer: Kitaptaki temel unsurlardan biri Filistinli elitlere yönelik bir eleştiri. Bunu biraz yumuşattığınızı hissediyorum ama yine de var. Entelektüel ve siyasi tabakadan isimlerden bahsediyorsunuz ve sonsöz Filistinlilere olduğu kadar dışarıdaki bir kitleye de yönelik gibi görünüyor. Filistinli elitlerle sorununuz nedir?
Muhammed El-Kürd: Allah onlardan razı olsun. Ama çoğu zaman yarardan çok zarar verdiklerinin farkında değiller. Angajman şartlarını onlar belirliyor, kamusal söylemde neyin “kabul edilebilir” olduğunun sınırlarını onlar çiziyor ve bunu yaparken de Filistin kurtuluşunun, daha doğrusu söyleminin sınırlarını daraltıyorlar. Filistin’in uluslararası medya ve akademideki sözde temsilcilerinin çoğu ayrıcalıklı geçmişlerden geliyor. Bu pozisyonları işgal etmelerini sağlayan kaynaklara ve bağlantılara sahipler. Bunun kötü niyetli olduğunu söylemiyorum, ancak sınıfsal geçmişleri çoğu zaman onları sahadaki gerçekliğe karşı körleştiriyor.
Hatta daha geniş bağlamda, sömürgeleştirilmiş toplumlardaki elitler genellikle sömürge yönetiminin yönetici sınıfı olarak hizmet ederler. Filistin’de bunu en açık şekilde Filistin Yönetimi’nde görüyoruz, ancak bunun ötesine de uzanıyor. Yoksul bir Filistinli işgalle işbirliği yaptığında haklı olarak dışlanır. Ancak elitler daha incelikli yollarla -işgalin mantığını kabul ederek, söylemi denetleyerek, kariyerleri için taviz vererek- işbirliği yaptıklarında aynı standartlara tabi tutulmuyorlar. Filistinlilerin çektiği acıların bazı insanlar için fırsatlar yarattığı da bir gerçek. Filistinli bir akademisyen, gazeteci ya da STK çalışanı, Batılı solcuların Filistin hakkında söylediklerinin aynısını söyleyebilir ve sırf Filistinli olduğu için alkışlanabilir. Bu tür bir kimlikçi mantık, elitlerin mücadeleyi kendi çıkarları için ele geçirmelerine olanak tanır.
Abdülcevat Ömer: Kitapta dikkatimi çeken üslup unsurlarından biri de farklı tonlar arasında geçiş yapmanız – bazen şiirsel, bazen analitik, bazen samimi, bazen alaycı. Hüzün anları, öfke anları ve mizah anları var. Kitap lirizm ve eleştiri arasında akıcı bir şekilde hareket ediyor, bu da onu hem derin katmanlı hem de kolay anlaşılabilir bir metin haline getiriyor. Bu, aynı anda hem derinlik hem de basitlik sağlamak için zor bir denge. Ayrıca Filistinlilerden bahsederken “ben”, “biz” ve “onlar” gibi kişisel ve kolektif zamirler arasında gidip geliyorsunuz. Neden bu şekilde yazmayı tercih ettiniz? Bu seçimler baştan beri kasıtlı mıydı, yoksa yazarken doğal olarak mı ortaya çıktı?
Muhammed El-Kürd: Üsluptaki değişimler başlangıçta tamamen kasıtlı değildi. İlk iki bölümü çok şiirsel, lirik bir şekilde yazmaya başladım; kısmen kitabın edebi bir eser, iyi yazılmış ve keyifli bir şey olmasını istediğim için, kısmen de bencilce, dilin güzel, müzikal ve kusursuz olmasını önemsediğim için. Ancak ilerledikçe yazımın farklı üsluplar arasında oldukça doğal bir şekilde hareket ettiğini fark ettim ve nihayetinde buna yöneldim. Bazı okuyucular doğrudan analizi tercih ederken, bazıları kişisel anlatılarla daha çok bağlantı kuruyor, bazıları da lirik düzyazıya ilgi duyuyor. Kitabın tek bir ifade tarzına hapsolmasını istemedim. Yapısal olarak, daha teorik bir temelle başladım ve kitap ilerledikçe argüman daha somut, elle tutulur biçimler alıyor. Bu geçiş bilinçliydi; soyutlamadan gerçekliğe, fikirlerden yaşanmış deneyime geçmek istedim.
“Ben”, ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki geçişlere gelince, bu Filistinlilerin bölünmüşlüğünün bir yansımasıydı. Filistin deneyimi Gazze, Batı Şeria, Kudüs, Hayfa ve diaspora arasında bu kadar bölünmüşken kolektif terimlerle konuşmak zor olabilir. Gerçekliklerimiz farklı, mücadelelerimiz farklı koşullar tarafından şekillendiriliyor. Bazen “biz” demek doğru geliyor; bazen de belirli bir deneyimi paylaşmadığım için geri adım atıp “onlar” demek zorunda kalıyorum. Bazı durumlarda “onlar” ifadesini kullanmanın yasal bir karar olduğunu da itiraf etmeliyim. Birinci tekil şahıs olarak yazdığım -örneğin “tüfeği elime aldım” dediğim- anlar oldu ancak özellikle terörizme destek ile ilgili ABD ve Birleşik Krallık yasaları göz önüne alındığında, yasal nedenlerle bunu değiştirmem tavsiye edildi. Bu tavsiyeye uyup uymamayı tartıştım ama sonunda, yarattıkları ritmi sevdiğim için bu değişimlerden bazılarını korudum.
Abdülcevat Ömer: Bu ilginç. Üslubunuzda akademik geleneklerin kasıtlı olarak reddedildiğini de görüyorum. Kitap derinlemesine analitik, ancak akademik yazının katı yapılarını takip etmiyor. Zaman zaman neredeyse sözlü bir niteliği var, sanki okuyucuyla doğrudan bir diyalog kuruyormuşsunuz gibi. Akademik bir yaklaşımdan bilinçli olarak mı kaçındınız?
Muhammed El-Kürd: Kesinlikle öyle. Hiçbir zaman bir akademisyen olmadım – hayatımda belki on akademik makale yazdım ve o tarzda yazacak eğitime sahip değilim. Ama daha da ötesi, bunu yapmak istemedim. Kitabın okunabilir olması, bir ritme sahip olması, Filistin hakkında yazmaya hakim olan kalıplaşmış yapılardan kopması gerekiyordu. Bu yüzden farklı üslupları harmanlayan bir tarza yöneldim; lirik pasajlar, polemikçi eleştiriler, kişisel düşünceler, siyasi analizler. Yazarken aklımda Aimé Césaire’in Sömürgecilik Üzerine Söylev’i vardı. Kendisiyle bazı ideolojik anlaşmazlıklarım olsa da şiir ve keskin siyasi eleştiri arasında geçiş yapmasına, hatta bazen lirik pasajlara dönmeden önce doğrudan bireylere isimleriyle seslenmesine hayranım. Bu tür bir akışkanlık bana hitap ediyordu. Sonunda, kitabı bildiğim tek şekilde yazmak istedim: şiirde sevdiğim şeyleri, siyasi yazılarda en ilgi çekici bulduğum şeyleri ve farklı ortamlarda izleyicilerle etkileşim kurarken kendi deneyimlerimden öğrendiklerimi harmanlayarak.
Abdülcevat Ömer: Bu kitap sadece Filistin hakkında değil, Filistin’in dünya hakkında ne söylediği hakkında. Mücadele sadece Siyonist sömürgeciliği sona erdirmekle ilgili değil; küresel düzenin nasıl yapılandırıldığı ile ilgili. Sadece bir ulusal kurtuluş mücadelesi olarak değil, hepimizin içinde yaşadığı düzenle ilgili daha büyük bir sorunun parçası olarak Filistin’le dayanışma içinde olmak ne anlama geliyor?
Muhammed El-Kürd: Çok iyi ifade ettiniz. Batı’daki insanlar Filistin’e genellikle uzak bir şeymiş gibi, sanki çevresel görüşlerinde ortaya çıkan talihsiz bir trajediymiş gibi davranıyorlar. Ancak Filistin bir anomali değil dünyanın nasıl işlediğinin bir yansıması. Gazze’de bize karşı kullanılan silahlar ABD’deki polis departmanlarına ihraç ediliyor. Üzerimizde test edilen gözetleme teknolojisi dünya çapında otoriter rejimlere satılıyor. Irksallaştırılmış mülksüzleştirme, yok etme, yerleşimci-sömürgecilik mantığı Filistin’de durmuyor. Filistin meselesi sadece bir halk için adalet meselesi değildir. Bu dünyanın geleceği ile ilgili. Nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz? Eğer Gazze’deki soykırım bir gösterge ise o zaman tam bir gözetim, yapay zeka temelli savaş ve kitlesel yerinden edilme dünyasına doğru gidiyoruz demektir. Siyonizme karşı mücadele, onun var olmasına izin veren dünya düzenine karşı bir mücadeledir.
Abdülcevat Ömer: Kitapta eserinizi hapiste olan Ömer’e ithaf ediyorsunuz. Metin boyunca da ondan bahsediyorsunuz. Biz konuşurken, bazı mahkumların serbest bırakıldığını görüyoruz ve elbette Ömer’in de yakında onların arasında olacağını umuyoruz. Bu bağlılık sizin için ne ifade ediyor?
Muhammed El-Kürd: Kitabı Ömer’e ithaf etmek istedim, bana öğrettiği her şey için, yıllar boyunca düşüncelerime meydan okuduğu için küçük bir minnettarlık jesti olarak. Ama bunun da ötesinde, kendime en başta neden yazdığımı hatırlatmak için de gerekliydi. Yazma amacımı sorguladığım, Gazze’de yaşananların büyüklüğü ve dilin en nihayetinde bombaları durduramayacağı bilgisi karşısında felç olduğumu hissettiğim anlar oldu. Ancak Ömer’i hatırlamak, sadece siyasi tutsaklar değil aynı zamanda kolektif mücadelemizin sembolleri olan Filistinli mahkumları hatırlamak bana zihin açıklığı veriyordu. Kitabın tüm bunların ne kadar kişisel olduğunu vurgulaması gerekiyordu. Filistin’den, doğrudan mücadeleden uzaklaşmak bir kopukluk hissi yaratabilir ve ben buna direnmek istedim. Ömer’i kitaba dahil etmek, kendimi gerçekte neyin önemli olduğuna dayandırmanın bir yoluydu. Serbest bırakıldığında kitabı okur mu bilmiyorum ama umarım okuduğunda bu ona ufak da olsa bir neşe verir. Bu ithaf ve kitap için en büyük arzum gerçekten bu.
Çeviren: Bala Ulaş Ersay
Orjinal Kaynak: Palestine and politics of anti-appeal: an interview with Mohammed El-Kurd
Türkçe Kaynak: Filistin ve muteberliği reddeden siyaset: Muhammed El-Kürd ile söyleşi - e-komite Site yöneticilerine teşekkürler. (Dayanışma Datça)
Yorumlar (0)