Bugün (24.11.24) Türkiye İşçi Partisi Muğla İl Örgütü'nün Muğla Türkan Saylan Kültür Merkezinde, Halk İçin Ekonomi Paketini tanıttığı Halk Buluşması hayli kalabalıktı. TİP Genel Başkanı Erkan Baş, TİP MYK Üyesi İrfan Değirmenci ve İl Başkanı Pınar Göktürk ile Neşe Tuncer birer konuşma yaptı.
İlk konuşmayı yapan Pınar Göktürk'ten sonra söz alan ekoloji aktivisti Neşe Tuncer, Akbelen'den, Deştin'e, Kızlbük'e, Kıyılara, Ormanlara, Denizlere, Havaya, Suya, Toprağa Muğla'daki tüm yaşam alanlarına yapılan saldırıları bütüncül bir yaklaşım içinde özetledi... Tuncer'in konuşması Bodrum'dan, Milas'tan, Akbelen'den, Deştin'den, Marmaris'ten, Datça'dan, Köyceğiz'den, Yatağan'dan, Fethiye'den Muğla'nın her ilçesinden yaşam savunucuları tarafından beğenildi. Salonda konuşma boyunca sık sık Havama Suyuma Toprağıma Dokunma sloganları atıldı...
Tuncer'in konuşma metni:
Sevgili Muğlalılar, değerli basın emekçileri, sayın genel başkanımız, sevgili İrfan Değirmenci yoldaşım, hemşerilerim, komşularım, yoldaşlarım hoşgeldiniz. Ben de Muğla’da doğmadım.Latmos tepelerinde kaya resmi ararken aşağıda Bafa gölüne gözüm iliştiğinde, Alatepe’den Ören’e baktığımda, Toparlar Şelalesinde suya girdiğimde, Çökertme'den Mazı’ya, Milas’tan Labranda’ya, Konacık'tan Torba’ya yürüdüğümde, Akbelen’de güneşin doğuşuna uyandığımda Muğlalı oldum.
Egenin bu şahane kıyıları, dağları, ormanları binlerce yıldır böyle... Avrupa’nın çoğu buzullarla kaplı iken, yaşadığımız bu topraklarda hüküm süren iklim nedeniyle biyoçeşitlilik çok zengin. Tarım Bakanlığının 2022 yılında yayınladığı bir rapora göre Muğla'daki bitki türlerinin %18’i endemik, yani buraya özgü. Öte taraftan Muğla’nın %60’ı maden şirketlerine ruhsatlandırılmış, ormanlarımızı ya yangınlarda ya da madenlere tahsis edildikleri için kaybediyoruz. neredeyse marina/otel/site yapılmamış koy kalmadı. Yandaşlar sahilleri ele geçirirken yurttaşlar havlusunu alıp denize girecek yer bulamıyor. Sürekli bir işgal etme, ele geçiremediğine kayyım atama zihniyeti ile mücadele ediyoruz.
Dağ algısı, orman algısı, su algısı, çayır algısı değişti.
Çağlayan dere, beynimizde şişelenmiş suya dönüştü, orman keresteye, dağlar taş ocağına, tarlalar kömür ocağına dönüşüyor.. VE bu çoğumuza normal geliyor. “Yerli ve milli” diyerek, ihracatımız artıyor diyerek, enerjisiz kalırsınız diyerek algılarımızla oynuyorlar.
Bir çoklu kriz çağındayız. Hep krizlerden söz ediyoruz. İklim krizi, ekonomik kriz, gıda krizi, yargı krizi, demokrasi krizi. Ama bunların ilişkisini tam da anlamıyoruz onun için bütüne bakabilecek ve çözüm üretecek yaklaşımlara ihtiyacımız var.
Kapitalist sistem krizlerden çıkış perspektifini “sürdürülebilirlik” ile tanımlıyor. Burada sürdürülebilir dedikleri yaşamın değil, politik stratejilerin ve iş yapış şekillerinin sürdürülebilirliğidir. Bu şekilde tüm temel yaşamsal sorunlar geleceğe, bilinmeyen bir tarihe ötelenir, bu arada gelecek nesillerin yaşamla ilgili haklarına da çoktan ipotek konmuş olur.
Krizi yaratan nedene odaklanmak, yaşamı, yaşam alanlarını korumak yerine gelinen nokta için “alternatif” çözümler üretilmeye başlanır.
Yeni algı mekanizmaları devreye girer: kirlendi temizini bulalım, artık korunamaz yok oldu daha fazla bina yapalım, geri dönüşü mümkün değil gibi argümanlarla rıza devşirilir. Saray rejimi tarafından da büyük bir iştiha ile dolaşıma sokulan bu “sürdürülebilir kalkınma modeli” yaşamı ve doğal varlıkları korumak, emeği gözetmek yerine, “kalkınıyoruz”, “büyüyoruz’, “bizi kıskanıyorlar” diyerek doğal varlıkları tüketmeyi meşrulaştıran, hepimizi isyan ettiren sistemi yarattı.
Bugün Muğla’ dayız onun için Muğla’daki rantı, Muğla'daki yok oluşu konuşuyoruz. Muğla’nın tüm ilçelerinde su,orman,deniz, kıyılar, tarım alanları ve zeytinlikler, tarihi ve doğal alanlar özelleştirmeler, madencilik faaliyetleri, HES, RES, GES gibi projelerle halkın elinden alınmakta, Doğal SİT alanlarının derecelerinin düşürülmesiyle yeni rant alanları yaratılıyor.
Marmaris’te Milli Park içine kontrolsüzce ve yasal olmayan şekilde inşaatı devam eden Sinpaş’ı konuşmalıyız mesela.
Veya 30 yıldır topraklarını korumaya çalışan, davalarının hepsini kazanıp ÇED raporunu iptal ettirdikten sonra bunu davulla, halayla kutlayan Deştin köylüsünün önüne 2009/7 Genelge ile yeniden bir ÇED süreci getirmekten utanmayan bir idareyi konuşmalıyız.
Anayasa ve yasaların üzerine çıkan bu genelge ile Ağaoğlu’nun Turizm Kenti, Bodrum Barajı gibi rant ve yıkım projeleri de ÇED raporları iptal edilmiş olmasına rağmen hukukun arkasını dolanan yöntemlerle yine karşımıza gelmiştir.
Bu yok oluşu konuşurken, Muğla’daki 3 termik santrali, herhangi bir ÇED raporu olmadan genişlemelerini, 8 köyün tamamen, 15 köyün kısmen yok olduğunu, yaklaşık 450 km2’lik kömür ruhsat sahası kapsamında daha onlarca köy, dekarlarca orman ve tarım arazisi, yer altı su havzaları olduğundan bahsetmeden bu kürsüden inmek olmaz.
Akbelen Ormanı, İkizköylülerin yaşam haklarını korumak için başlattıkları mücadelede termik santrallerin ve kömür madenciliğinin neden olduğu yıkımı anlatmak için artık bir sembol.
Aynı zamanda yaşam hakkı, mülkiyet hakkı, çevre hakları ihlallerine örnek olarak gösteriliyor.
Kamu bütçesinin bizden nasıl çalınıp saray rejiminin çetelerine aktarıldığını, Türkiye’de inşaat ve madencilik sektörü gibi, enerji sektörünün de bir sermaye transfer aracı olmasının tüm örneklerini de Muğla’da görüyoruz.
Tek bir örnek vereceğim; 2014 yılında özelleştirilen Kemerköy ve Yeniköy termik santralleri için devlete 2,6 milyar dolar ödemeyi taahhüt eden Limak-İÇTAŞ holding ortaklığı, 2017 yılında henüz borcun yarısını ödemişken, 2 Ocak 2017 tarihindeki kurdan TL çevrilen özelleştirme bedeli 5.5 yılda tahsil ediliyor.Bu şekilde oluşan kamu zararı 567 milyon dolar! Geçilen torpil bu kadar da değil, kapasite kullanım mekanizması adı altında bu santrallere 2018-2024 yılları arasında ödenen tutar 1milyar 365 milyon TL.
Çevreciler yüzünden iş yapamıyoruz, para kazanamıyoruz diye hükümete mektup yazdılar, Temmuz ayında kapasite kullanım bedeli hesaplama parametreleri 1100 kat artırıldı.
Kaybedilen tarım alanları, yok edilen ormanlar, yerinden, yurdundan koparılan insanların yoksunlukları bu hesaba dahil değil.
Kapitalist üretim ihtiyaç duyduğu suyu, yeraltı ve yerüstü doğal varlıkları,“kaynak” olarak veya“ orman ürünü”, su ürünleri olarak adlandırarak sanki tüm bu doğal varlıklar insanın tüketmesi için varlarmış gibi bir algı yaratıyor.
Doğal varlıkların metalaşması, yani fiyatlandırılarak alınır/satılır hale getirilmesi ile sermayeye devri meşru hale getiriliyor.
Kriz algısı ile metalaşma süreci yan yana gitmektedir.
Yani bir doğal varlığın, örneğin
* suyun kıtlaştığı, tükendiği, kirlendiği algısı sayısal verilerle üretilir,
* bu eksikliğin olduğu iddia edilen yerler belirlenir,
* burada var olan suyun ihtiyacı olana şirketler tarafından ulaştırılacağı haberleri yayılır,
*bu işi yapacak olan belirlenir ve
*kullanma hakkının sermayeye devredilmesiyle süreç tamamlanır.
Milas’ın Güllük mahallesinde süreç tam da öyle şekillenmiş ve 2006 yılında özel bir şirkete imtiyaz sözleşmesi ile su ve kanalizasyon hizmetleri 35 yıllığına devredilmiş. Şu anda Güllüklüler içemedikleri, çay demleyemedikleri, yemek yapamadıkları suya MUSKİ tarifesinin 6,5 katı para ödüyor, üstüne bir de şişelenmiş su satın almak zorunda kalıyor.
Bugün Muğla’daki 3 termik santral, taş ocakları, mermer, boksit ve feldspat madenleri ile birlikte su varlıkları üzerinde önemli bir baskı oluşturmaktadır. İnsan sağlığına zararlı etkileri nedeniyle 1996 yılında kapatılmalarına karar verilen Yeniköy ve Kemerköy termik santralleri bugün de pek çok çevre yönetmeliğini ihlal etmelerine rağmen hala suyumuza, nefesimize ortaklar.
Mahkeme kararlarının uygulanarak kapatılmalarını ve adil geçiş süreçlerinin başlatılmasını talep ettiğimizde “enerji açığı” bir tehdit ve korku algısı olarak karşımıza çıkıyor.
Yatağan Termik santrali 19 milyon, Yeniköy termik santrali 14 milyon ton içme suyu kalitesinde su tüketmektedir. Bugün Bodrum’un su sorunundan bahsedenler, su varlıklarının termik santraller tarafından nasıl yok edildiğini vatandaştan gizliyorlar. Çünkü su ile ilgili projelerini yine birilerine rant sağlamak, yine vatandaşın toprağına zeytinliğine çökmek üzere hazırlayıp önümüze sürüyorlar.
Kemikler/(Gökçeler) Baraj projesinde olduğu gibi, nehirlerin yönünü değiştirip barajda topladıktan sonra tekrar aynı havzaya su verme projeleri yapıyorlar.
Söğütlü’de köylünün kadim su hakkı “biz hesap yaptık, sizin ihtiyacınız bu kadar, deyip kolluk kuvvetlerinin desteği ile gasp edilebiliyor.
Köyceğiz – Dalaman – Fethiye tarafında kurulması planlanan HES’ler, Bodrum tarafında hızla artan yapılaşma ve nüfus, havuzlu ve geniş çim alanları olan yüksek kapasiteli oteller ve siteler, yanlış tarım ve yanlış/vahşi sulama nedeniyle su hızla ticarileşmekte.
Sularımız kirlenmiyor mu? Elbette kirleniyor, ormansızlaşma ile suyun döngüsünde ve canlıların erişiminde dengesizlikler artıyor.
Ama çözüm ekosistemler için temel gereksinim olan suyun ticarileştirilmesi değildir.
Enerjisiz kalacağız diye korkanların susuz kalmaktan korkmamalarını anlamak mümkün değil.
Şişelenmiş su satın almaya devam ettiğimiz sürece, hepimizin su hakkı gasp ediliyor, en temel ihtiyacımız birileri tarafından kazanç kapısı yapılıyor. Su ticaret konusu olmamalı!
Şişelenmiş su satın almaya mecbur bırakılmamalıyız.
Muğla’da Muğlaya Hizmet Vakfı ile Türkiye Çevre Vakfı ortaklığı ile kurulan bir anonim şirket, MUÇEV, tüm kıyılarımıza gözünü dikmiş ve tek katılımcısı olan ihaleler veya tahsislerle elde ettiği imtiyazı, başka şirketlere kiralayarak rant elde ediyor.
Örnekleri çok: Göcek Belediye İskelesi, Fethiye Belcekız Plajı, İztuzu Plajı, Marmaris Karacasöğüt ve Selimiye yat bağlama iskeleleri, Akbük gibi pek çok yer kıyı kanunu ve anayasaya aykırı olarak bu şekilde işgal altında. Buralarda işletmeleri alan şirketler kamu yararını göz ardı ederek, kendi çıkarlarına göre ÇED raporları düzenleterek ve hatta bu süreci görmezden gelerek tamamen rant amaçlı inşaat yapma, kapasite arttırma yoluna gidiyor.
Muğla halkının denizle bağı kopmakta, sadece parası olanın girebildiği kıyılar yurttaşlara kapatılmaktadır.
Doğanın kendi sınırları var!
Muğla’da yaşamı, yaşam alanlarını korumaya çalışırken bir de bu sınırları eksik, yanlış, yalan ve yanıltıcı bilgilerle dolu ÇED raporlarıyla aşmaya çalışanlara karşı da mücadele ediyoruz. Halkı Bilgilendirme toplantılarını jandarma/kolluk kuvvetleri gölgesinde yapıyoruz.
Doğanın metalaştırılmasına karşı mücadele ediyoruz, sokaktayız, alanlardayız, mahkeme salonlarındayız.
Ekolojik krizden en çok etkilenecekler için adalet talebimizi yineliyoruz. Dayanışma ekonomisinin toplumun tüm kesimlerde yaygınlaşmasını önemsiyoruz.
Biz başka bir ekonomi başka bir sistem istiyoruz. Hakça paylaşım istiyoruz.
Ekoloji mücadelesinin bir sınıf mücadelesi olduğunun farkındayız. Ekoloji mücadelemiz, kapitalizmin sömürüsünün ve saray rejiminin tüm saldırgan yıkım projeleri karşısında, bizi ayrıştıran savrulmalarımızı yeniden örmeye ve dayanışmayı güçlendirmeye yarayan, yaşamı özgürleştiren temel olgulardan biri.
Demokratik süreçler, mücadelenin doğası gereği ve mücadelenin içinden gelişiyor. Mücadeleye katılan köylülerin, esnafın, bütün sınıfların bilinçlenmesini hızlandırıyor ve başka bir dünyanın mümkün olduğunu gösteriyor. Çevre mücadelesi ile toplumun farklı kesimlerinde kazanılan bilinç, politik olarak başka alanlara da taşınıyor. Köylerde yaptığımız toplantılarda karar almak için demokratik süreçlerin işletilmesi gerektiği veya gıda güvenliği, kapitalizmin tek tip ve endüstriyel üretimini sorgulaması gibi kavramları kendi doğal hayat akışlarının bir parçası ve farkındalığı haline getirdiğini görüyoruz.
Ekoloji mücadelesinin bizi heyecanlandıran kısmı bu. Hele kazandığımız mücadeleler kazanım siyaseti yürütmemizi sağlıyor ve dayanışmayı büyütüyor.
Bu sürecin getirdiği demokratik mücadele pratiklerinin içinde partimizin de olması, bu mücadeleleri yerellikten çıkarıp birbirleri ile ilişkili ulusal ve uluslararası bir zemine taşıma görevi üstlendiğinde, TİP’in etkisinin ve gücünün artacağına inanıyorum.
Bu mücadelede bizimle hareket edenler devletin aygıtlarını da bizzat yaşayarak tecrübe ediyorlar. İktidarın AKP veya CHP olmasının farketmediğini de görüyorlar.
Refah ve kalkınma kavramlarını hep rakamlarla ifade ediyoruz. Oysa sadece ekonomik değerler değil, sosyal adaletin sağlanması, yoksulluğun ortadan kaldırılması, gıda güvenliği, biyoçeşitlilik kaybının önlenmesi ve doğal yaşam alanlarının korunmasının da birbirleriyle nasıl bir ilişki içinde olduklarını anlayarak kalkınma ve refah için bütüncül bir yaklaşım ortaya koymak gerekiyor.
Yok ediş projeleri toprağımızı, kıyılarımızı, ormanlarımızı elimizden alırken, yaşam alanları sermayeye peşkeş çekilirken, gıda güvenliğimiz tehlike altında ve sağlıklı bir çevrede yaşama hakkımız ihlal edilirken, bu yok oluşun bedelini biz hepimiz, emekçiler, kadınlar, çocuklar ödüyor.
Ama biliyoruz ki, onlar gidecek biz kalacağız, HEPSİNİ Geri alacağız…
Neşe Tuncer'den sonra söz alan İrfan Değirmenci, büyük kentin insanları olarak Muğlalılara seslenirken, konuşmasını hak savunucusu Ümit Kıvanç'ın bugün GazeteDuvar'da çıkan "Umut Yoksa Ne var" yazısından örneklemelerle yaptı.
Peki ya bizimki? Biz büyükşehir insanlarının “umudum yok”u?
Buradaki fark duygunun kendisinden değil de hükmün duygu sahibinden çok çevresiyle ilişkisine dair olmasından kaynaklanıyor galiba. Büyükşehir insanının “umudum yok”u, belirli bir ruh halinden çok, gerçekte “yapılacak şey yok” gibi bir hükmün ifadesi. Öyle görünüyor. Azıcık daha deşersek, şu anlama varırız: Şu anda yakındığımız, kabullenemediğimiz her ne ise, bunu değiştirebilmek için şimdiye kadar yapmadığımız bazı şeyleri yapmamız, birileriyle birlikte davranmayı öğrenmemiz, anlık bireysel tercihlerimizden bazen feragat etmemiz vs. gerekiyor ki, biz buna yokuz! Birileri kötülükten vazgeçsin, birileri bize iyi gelecek şeyler yapsın, hattâ mümkünse o arada kötüleri de cezalandırsın, yüreğimize su serpsin… sonra artık bıraksın bize karışmayı, biz de tarzımıza göre yaşayalım...
Ümit Kıvanç - 24.11.24 Gazete Duvar (bkz: https://www.gazeteduvar.com.tr/umut-yoksa-ne-var-makale-1737437)
Son olarak söz alan Genel Başkan Erkan Baş ise TİP'in Halk için Ekonomi Paketini anlatarak Muğla'daki programı tamamladı:
Yorumlar (0)