İç Cepheyi Tahkim Etmek

Gerçi ana muhalefet ‘makama saygı’ adı altında gelgitli tutumlarını sürdürüyor. Sanki ‘makamlar’ onları temsil eden kişiliklerden bağımsız bir olguymuş gibi. Sanki ne idüğü belirsiz, soyut ‘makamlar’ olurmuş gibi. Sanki doldurdukları ‘makamlar’ vasıtasıyla milleti açlığa ve yoksulluğa muktedirler mahkum etmemiş gibi. Sanki milletin yüzde 60’ı açlık sınırındaki asgari ücrete talim etmiyor gibi, emekli sefalet içinde değilmiş gibi. Yani şöyle mi diyorlar ‘aslına bakarsanız biz cumhurbaşkanına saygı duymuyoruz, onun makamına(!) saygı duyuyoruz. Bakar mısınız, acze.

İç Cepheyi Tahkim Etmek

Cumhurbaşkanı Erdoğan alışılagelenden farklı ama bir ‘eski’ söylemi vurucu bir şekilde tekrar etti. Yıllardır çeşitli vesilelerle gündeme getirdikleri ‘devletin bekası, milletimizin bölünmez bütünlüğü’. Aslında yakın geçmişte de hakim sınıfların elinde geçer akçe olmuş bir gerekçe. Çoğu zamanda bir seçim başarısına ya da konjonktürel bir başarıya tahvil edilebiliyor. Bu kez gerekçe diye öne sürdükleri ‘İsrail tehdidi’. Söylendiğinde de ‘kapalı’ oturumdan sonra yapılan açıklamalardan da hemen anlaşıldığı gibi bu ‘gerekçe’, hiçbir inandırıcılık taşımadığı gibi öne sürenlerin de ne kadar zor durumda olduklarının işareti oldu. İnandırıcı olmak kaygısı taşımıyorlar mı, amaç kendi seçmenlerine yönelik olarak ‘milli tehdit, birlik beraberlik’ algısını güçlendirmek mi? Öyle ya 31 Mart seçimlerinden beri AKP’de düşüş sürüyor.  22 yıllık iktidar, her bakımdan uçurumun kenarına getirdiği ülkeye önümüzdeki 2028 yılı seçimlerinden ya da olası erken seçimden sonrada hükmetmek istiyor.  O yolun taşlarını adım adım döşüyor.  Bu amaçla ‘yumuşama, normalleşme’ söylemleri revaçta. Son günlerde de ‘Dem’lilerin elini sıktı, niye sıktı, acaba yeni bir çözüm süreci mi başlıyor’ yapay gündemiyle, bir yandan dikkatleri kendi yarattıkları devasa sorunlardan uzaklaştırmaya çalışırken, diğer taraftan derin bir yoksullaşma, faşizan uygulamalar, savaş tehditleri ara vermeksizin devam ediyor.

Aslında ana muhalefet CHP başkanı, çeşitli naif gerekçelerle ‘yumuşama, normalleşme’ tuzağının kapısını aralamıştı. ‘Erken seçim gibi bir talebimiz yok’ diyerek. Ya da görüşmeler yoluyla bazı taleplerinin karşılanacağı zannıyla. Hani dediler ya ‘generallerimizi ellerinden aldık!’ Neyse ayaklar suya erdi ve birkaç ay içerisinde muhalif kamuoyu gerçeğiyle yüzleştikçe ‘sokaktan ve erken seçim taleplerinden’ söz etmeye başladılar. Gerçi ana muhalefet ‘makama saygı’ adı altında gelgitli tutumlarını sürdürüyor. Sanki ‘makamlar’ onları temsil eden kişiliklerden bağımsız bir olguymuş gibi. Sanki ne idüğü belirsiz, soyut ‘makamlar’ varmış gibi. Sanki doldurdukları ‘makamlar’ vasıtasıyla milleti açlığa ve yoksulluğa muktedirler mahkum etmemiş gibi. Sanki milletin yüzde 60’ı açlık sınırındaki asgari ücrete talim etmiyor gibi, emekli sefalet içinde değilmiş gibi. Yani şöyle mi diyorlar ‘aslına bakarsanız biz cumhurbaşkanına saygı duymuyoruz, onun makamına(!) saygı duyuyoruz. Bakar mısınız, acze. Ana muhalefetin zayıf karnı; sokağa inanmaması, halkı seçmenden ibaret sanmaları iktidarın yolunun ‘taht oyunları ve görüşmeler yoluyla, devletin ali menfaatlerini her şeyin üstünde tutarak’ açılacağına inanmaları.

Muhalefetin önemli gücü ve Kürt siyasetinin temsilcisi Dem Parti’ye karşı da cumhur ittifakı, ‘el uzatarak’ büyük bir tezgah içerisinde. Yüzlerce siyasetçisi-eşbaşkanlar, milletvekilleri, belediye başkanları-, binlerce taraftarı hapiste tutulurken ve üstelik bunlara her gün yenileri eklenirken ‘size el uzatıyoruz, Türkiye partisi olun, terörle araya sınır çekin’ diyorlar. Daha dün ‘bunları kapatalım, maaşlarını ve parti yardımlarını şehit ailelerine verelim’ diyenler, her gün yeni tutuklamalar yapılırken, mitingler yasaklanırken, HDP kapatma davası sürerken, Kobani davasında yüzlerce yıllık cezalar verilirken nedir bu riyakar jestler? Selçuk Mızraklı’nın cezası yargıtayda daha bugün onaylanmışken, kim inanacak bu saçmalığa. Açık Radyo pervasızca kapatılmışken. Geçenlerde Halk TV’de T. Hatimoğulları şu cümleleri kurdu, sunucuya hitaben; ‘S. Demirtaş’tan mı, F. Yüksekdağ’dan mı, Gezi tutukluluklarının haksız, hukuksuz tutukluluklarından mı, Can Atalay’ın haksız hukuksuz hapiste tutulmasından mı, Kobani davasında yüzlerce yılla mahkum edilen arkadaşlarımızdan mı 3 yıldır devam edegelen tecrite karşı duruşumuzdan mı geri adım atacağız, emeklilerin/emekçilerin, yoksulların haklarından mı?’ diyordu. Bu sözler önemlidir, bir kerteriz noktasını tasvir etmektedir.

Uzatılan elin büyüsüne kapılmak, bu maskaralıklarda bir hikmet arayarak demokratik süreçlerin önünün açılabileceğini düşünmek doğru değildir. Bu çağrıyı ciddiye alan vebal altında kalır. İktidarın toplumsal rıza üretme kapasitesi hızla aşınıyor. Bu nedenle halklar için her gün yıkıcı sonuçlar üreten iktidarlarının ömrünü uzatmak amacıyla, türlü yollarla rejimlerinin konsolidasyonunu sağlamak istiyorlar. En yetkili ağızdan ifade edilen ‘iç cepheyi tahkim etmeliyiz’ ifadesi yeterince açık değil mi?

Rejim ‘yüzyılın maarif programı, öğretmen meslek kanunu’ ile eğitimi müsadere altına almaya çalışırken, tarikatlara teslim ederken, ‘etki ajanlığını’da değişik ifadelerle içerecek anti demokratik bir yasa hazırlığı içindeyken, kadın cinayetleri bir cinskırım boyutlarına ulaşmışken, iş kazası adı altında işçi cinayetleri zirve yapmışken, taciz, tecavüz, cinayetler çocuklarımıza, bebeklere ulaşmışken, uyuşturucu belası gençlerimizi kuşatmışken, sokaklar her ulustan mafyanın çatışmalarına sahne olurken, hülasa rejim faşistleşirken neyin yumuşamasından, neyin normalleşmesinden, neyin görüşülmesinden bahsediliyor?

Çözüm; sol/sosyalist güçlerin, bütün demokratların cepheleşmesinden ve tabii ki bu toplu kuvvetin yaratacağı sinerji ile toplumsal muhalefetle birleşmesinden geçiyor. İvedilikle. Armut'un sapı üzümün çöpü demeden.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış