20+ yıllık aralıksız AKP iktidarının Türkiye siyasetine kattığı acaip(!) bir gelenek var artık. Aslında 1940’ların ortalarından itibaren, savaşın ertesinde, dünyada ABD sermayesinin egemenliği ve gücü arttıkça, ülke ekonomisinin de adım adım dünya kapitalizminin çarklarına uyumlanmasıyla birlikte, Türkiye siyasetinde de İttihatçı gelenekten kalma, ulusalcı-halkçı-devletçi damarın yerini giderek “pragmatizm” almaya başlamıştı. Ama AKP iktidarı, kapitalizmin geleneksel ideolog ve filozoflarının düsturlarını ustalıkla günlük siyasete ve giderek de hayatımıza sokmayı son 20 yılda başardı.
Artık 1960 sonrası, giderek (görece) demokratikleşen toplumsal hayatın içinden çıkan, zekâ düzeyi yüksek, nükteli ve yaratıcı siyaset dilinin yerinde yeller esiyor. Tabii ki, ülkenin yönetimi tek adamın emir ve talimatlarıyla yürütülür hâle geldikçe, adına, sıfatına ister iktidar yanlısı ister muhalif deyin, toplumsal örgütlülükler içinde de “tek adam”ların mikro iktidarı revaçta artık. 600+ yıllık imparatorluk mirasının üstüne, “tek adam” ve “milli şef” siyasetiyle yürüyen ve hamasetle yüceltilmiş bir cumhuriyet rejiminin getirdiği davranış alışkanlığından da bağımsız değil bu tarz-ı siyasete gösterilen toplumsal rıza.
AKP iktidarı, kendi pragmatist siyaset tarzını topluma dayatırken, tarihte ve dünyada görülmemiş boyutta bir medya imparatorluğu desteğini kullandı. Her gün, televizyonlarda ve giderek yaygınlaşan sosyal medya ve yayın kanallarında gördüğümüz siyaset biçimine, en tepeden gelen ayrıştırma-düşmanlaştırma hedefli küfür diline iyiden iyiye alıştık artık. Öylesine ki, kendini muhalif sayan/sanan/yerine koyan ve her fırsatta kendini gösterecek yer arayan medyatik/fenomen yayıncılar da aynı dili kullanmaktan hiç de rahatsız değiller.
Siyasetin en kolay yolu, kendi gibi olmayanların, farklı düşünenlerin bulunduğu her ortama, her gruba, her bireye uzaktan, farklı her ses ve sözü, eğip-büküp bağlamından kopartarak, “çamur at izi kalsın, temizlemeyi onlar düşünsün” hedefiyle, bulunduğu alanda öne çıkan, ilgi gören her emeğe saldırmak oldu artık. Bu yöntemin profesyonelleri ve bu yolla cukkalarını dolduran gazeteci ve trol müsveddelerini ayırt etmek kolay ama her mahallede türeyen “muhalif” kılıklı aymazlık abidelerinin sapla-samanı ayırmamaları beceriksizlikten ibaret değil.
Siyasette “pragmatizm”, Hobbes’un “insan insanın kurdudur” sloganından ve Machiavelli’nin “iktidar için her yol mübahtır” ilkesinden alıyor gücünü. Kutsallaşan hedeflere ulaşmak için çıkılan cihat yolunda elde kılıçla önüne gelen her şeyi kırıp döküp yok ederek, sonunda, er ya da geç, tek başına kalmakla sonlanıyor bu iktidara ulaşma macerası. Evdeki “her şeye kâdir”(!) babalar, erkini ancak şiddetle gösteren ERKekler(!), tehdit ve dayağı işinin parçası hâline getiren öğretmen bozuntuları, mahallede “benim topum, istediğimi oynatırım” diyerek oyunun kuralını koyan zengin çocukları, kendine rakip gördüğü her çalışanı mobbingle ezen şefler, müdürler, amirler, ustabaşılar, her biri hayatımızın bir gerçeği değil mi? Her alandaki iktidar/erk macerası kendi meşruluğunu pragmatizmden alıyor. Yalan, demagoji, tehdit, küfür ve ayrıştırma her yerde, her alanda ortak yöntem. Boyutu ne kadar olursa olsun, iktidarlar, kendi varlığının ve gücünün meşruluğunu sağlamak, kendi zaaflarını görünmez kılmak ve bunların tartışılmasına meydan vermemek için, uyruğunun içinde düşmanlık ve ayrılık yaratmak zorunda.
Çocukluktan beri, gündelik hayatta yaşanan tüm travmaların etkisi, kendine şu ya da bu biçimde, hasbelkader bir mikro iktidar alanı bulan kişiliklerin içinden bir tepki olarak boşalıveriyor yeri gelince. Bu bireylerin içinden çıkan benmerkezci, sömürgen, empati yoksunu, kısaca “narsistik” kişilik bozukluklarının tedavisi elbette psikologların ve psikolojinin ilgi ve görev alanı; ama eşit ve özgür bir yaşam için toplumsal değişim-dönüşüm mücadelesinin içinde bu travmatik etkilere de karşı durmak gerekiyor.
Günümüzün ve hayatımızın tek bir gerçekliği var: %1’lik mutlu azınlığın her alanda iktidarına karşı, %99’un yoksulluk ve yoksunluğunun haklarını savunmak için o çoğunluğu bir arada tutmanın tek bir yolu var; türü ne olursa olsun, ırkçı, milliyetçi, dinci, mezhepçi, cinsiyetçi, türcü her türlü ayrımcılığa, bunu tetikleyen küfür ve düşmanlık diline karşı durmak. Düşmanlık üreten, ayrıştıran küfür dili sadece ve sadece o %1’in iktidarını pekiştirmeye yarıyor, (bilerek ya da bilmeden) o iktidarı meşrulaştırmaya ve rıza üretmeye hizmet ediyor.
Eğer kurtuluş yoksa tek başına, hep beraber mücadelenin yolunu bulmak zorundayız. Her seçimde birbirinin paçasından aşağıya çekmekle uğraşan parti ve partililerle olmaz bu iş. Tarihte tüm zaferler, tüm devrimler haklılığını ve meşruluğunu birlikte, kol kola yürüyen kitlesel mücadelelerin sonunda elde edilmiş. Bir sabah kalktığımızda bir kurtuluş mucizesiyle karşılaşmayı düşlemiyorsak eğer, hak, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin kendini emeğin saflarında gören herkesin, her grubun, her kollektifin, her birlikteliğin bir arada yürümesiyle kazanılabileceğini biliyorsak, bu zaferin yolunu “dayanışma etiği” ile döşemek gerekiyor. Kapitalizmi de, %1’in iktidarını da tarihe gömmek, “pragmatizme karşı etik” mücadelesinden geçiyor. Sadece küresel, ulusal, ülkesel düzeyde değil, yerelde de, evde de, birlikte yol yürümeye çalıştığımız her yerde de.
© Can ÇINAR, 3 Eylül 2024
Yorumlar (0)