Kara Kızıl: Devrimci Yakınlıklar, Çatışmalı Pratikler

Bugün, kara ve kızılın mirası hâlâ canlı. Küreselleşme karşıtı hareketlerden ekolojik mücadelelere, iki akım devrimci pratiklerde buluşuyor. Bu yazı serisinde, bu yakınlıkları ve çatışmaları irdelemeye çalışılacak. Teorik tartışmalardan pratik örneklere, geleceğin sentez olasılıklarına kadar. Çünkü devrim, ayrılıklardan değil, diyaloğun gücüyle doğar. Kara ve kızıl, belki de aynı gökkuşağının renkleri birbirini tamamlayan, dönüştüren dinamiğin kendisidir.

      Kara Kızıl: Devrimci Yakınlıklar, Çatışmalı Pratikler

Devrimci düşüncenin renkli paletinde, anarşizm ve marksizm sıklıkla “kara” ve “kızıl” olarak simgelenir: Kara, bireysel özgürlüğün asi ruhunu, kızıl ise kolektif mücadelenin ateşini temsil eder. Bahse konu  etiğimiz kara kapitalizme karşı, sınıfsız ve sınırsız bir dünya için mücadele edenleri imgelediğini daha baştan belirtmek isterim. Bu iki akım, 19. yüzyılın ortalarından beri eşitlikçi ve özgür bir toplum vizyonunda ortaklaşırken, yollarını ayıran derin tartışmalarla da şekillenmiştir. Bir yazı serisinin bu ön girişinde, Proudhon, Bakunin, Marx ve Engels gibi öncülerin Birinci Enternasyonal’deki buluşmasından başlayarak, anarşist komünistler ile devrimci marksistlerin tarihsel dayanışmalarını ve çatışmalarını bir kısmını ele alacağız. Bu hikayenin, sadece ideolojik ayrılıkların değil, aynı zamanda devrimci pratiklerdeki yakınlıkların da bir anlatısı olması için azami çaba gösterilecek. çünkü devrim, her zaman ortak barikatlarda doğar.

Her şey, 1864’te kurulan Uluslararası İşçiler Birliği, yani Birinci Enternasyonal ile başlar. Bu örgüt, Avrupa’nın sanayi devriminin yarattığı sömürüye karşı birleşen işçilerin umudu olmuştu. Pierre-Joseph Proudhon’un mutualist fikirleri, Mikhail Bakunin’in kolektif anarşizmi ile Karl Marx ve Friedrich Engels’in bilimsel sosyalizmi ( Ütopik Sosyalizmden farkı ortaya koymak için kullanmaktadır)burada kesişiyordu. Hepsi, kapitalizmin zincirlerini kırıp eşit ve özgür bir toplum hayal ediyordu. Ancak bu ortak hayal, kavramlar üzerinden şiddetli tartışmalara sahne oldu. Birey ile örgüt arasındaki denge ne olmalıydı? Devlet, devrimin aracı mı yoksa düşmanı mıydı? Merkezileşme mi yoksa özyönetim mi öncelikliydi? Toplumculuk, bireysel özgürlüğü ezer miydi? Temsiliyet ve bürokratikleşme gibi konular, Enternasyonal’in toplantılarını ateşli arenalara çevirdi. Bakunin, Marx’ı otoriterlik ve devletçilikle suçlarken, Marx da Bakunin’i romantik bireycilikle eleştiriyordu. Bu tartışmalar, 1872’de Enternasyonal’in bölünmesine yol açtı: Anarşistler ayrı bir yol çizdi, marksistler ise kendi rotalarını belirledi. Yine de, bu ayrılık bir son değil, yeni bir diyaloğun başlangıcıydı.

Takip eden yıllarda, kendilerini anarşist komünistler ve devrimci marksistler olarak adlandıran akımlar, zaman zaman çatışsa da devrimci dayanışmanın pratikleriyle dolu bir tarih yazdı. Bu dayanışma, en parlak şekilde 1871 Paris Komünü’nde kendini gösterdi. Fransa-Prusya Savaşı’nın kaosunda doğan Komün, işçilerin kendi yönetimlerini kurduğu bir devrim denemesiydi. Anarşistler ve marksistler, ortak barikatlarda omuz omuza savaştı. Proudhon’un mirasçıları özyönetim komiteleri kurarken, Marx’ın takipçileri enternasyonalist dayanışmayı örgütledi. Komün’ün kanlı bastırılması –ki 20 binden fazla devrimci katledildi– her iki akım için de bir travma oldu, ama aynı zamanda ilham kaynağı. Marx, “Paris Komünü” broşüründe bu deneyimi kutlarken, Bakunin de onun özgürlükçü ruhunu övdü. Bu olay, devrimin sadece teori değil, pratik bir kardeşlik olduğunu kanıtladı.

Dayanışmanın bir başka zirvesi, 1886 Chicago olaylarında yaşandı. Amerika’da 8 saatlik iş günü talebiyle başlayan genel grev, anarşist işçilerin öncülüğünde yayıldı. Haymarket Meydanı’ndaki bombalı saldırı sonrası, August Spies, Albert Parsons gibi anarşistler idam edildi. Bu kıyım, marksist sendikacılarla anarşist militanların ortak mücadelesini simgeliyordu. Sonuçta doğan 1 Mayıs, bugün hâlâ dünya çapında emekçilerin bayramı olarak kutlanıyor – kara ve kızıl bayraklar altında. Bu tarih, iki akımın kapitalizme karşı birleşik cephesini gösteriyor: Farklı yöntemlere rağmen, hedef aynıydı.

20.yüzyıla gelindiğinde, ilişki daha karmaşıklaştı. 1917 Ekim Devrimi sırasında, anarşistler ve bolşevikler devrime giden yolda dayanışma içinde oldular. Nestor Makhno’nun Ukrayna’daki anarşist ordusu, Kızıl Ordu ile beyaz karşı-devrimcilere karşı savaştı. Ancak bu yakınlık, kırılma noktasıyla son buldu: 1921 Kronstadt İsyanı. Kronstadt denizcileri, sovyet yönetimindeki bürokratikleşmeye karşı ayaklandı – talepleri özyönetim ve özgür sovyetlerdi. Bolşeviklerin kanlı bastırması, anarşistleri bolşevik devlete karşı konumlandırdı. Bu olay, iki akımı çatışan güçlere dönüştürdü: Bir yanda devletçi sosyalizm, diğer yanda devletsiz komünizm.

Yine de, yollar sık sık kesişti. İspanya İç Savaşı’nda (1936-1939), anarşist CNT sendikası ile marksist POUM partisi, faşizme karşı ortak cephede yer aldı. İki akımın kadroları arasında geçişkenlik yaygındı: Emma Goldman gibi anarşistler Rusya’daki devrimi initially desteklerken, daha sonra eleştirdi; Victor Serge gibi marksistler anarşist fikirlere evrildi. Hatta bazı düşünürler, bu akımların sentezini savundu. Örneğin, Cornelius Castoriadis veya Murray Bookchin, marksizmin sınıf analizini anarşizmin özgürlükçü pratiğiyle birleştirmeyi önerdi. Bu sentez fikri, iki akımın birbirine “enjekte edeceği” kuramlarla daha ileri adımlar atabileceğini savunuyordu – bürokratik devletçiliğe karşı özyönetim, bireyciliğe karşı kolektif dayanışma.

Bugün, kara ve kızılın mirası hâlâ canlı. Küreselleşme karşıtı hareketlerden ekolojik mücadelelere, iki akım devrimci pratiklerde buluşuyor. Bu yazı serisinde, bu yakınlıkları ve çatışmaları irdelemeye çalışılacak. Teorik tartışmalardan pratik örneklere, geleceğin sentez olasılıklarına kadar. Çünkü devrim, ayrılıklardan değil, diyaloğun gücüyle doğar. Kara ve kızıl, belki de aynı gökkuşağının renkleri  birbirini tamamlayan, dönüştüren dinamiğin kendisidir.

Bu yazı dizisi öncelikle yazanın , kendi açmazlarına bir yanıt arama çabasıdır. Kaldı ki yazan  bu yolda ilk adımı atanda değil, ama atılmış adımların daha çok tartışmasını murat eden bir yerden yenilemek ihtiyacından doğmuş oldu.

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış