2001 yılının kış aylarında İsveç’te Kürt halkının yok sayılmasına, dilinin yasaklanmasına karşı, yazarak nasıl mücadele edilebileceğini umut dolu sözlerle anlatısının yankısı kulaklarımda daha dünmüş gibi yankılanmakta. Türkiye’de yargılanıyordu, çevresinin bütün uyarılarına karşı halkını savunmak için hâkim karşısına çıkmaya kararlıydı ve dediğini yaptı…
Mehmet Uzun’un kalemi, uzak dağların yankısı gibiydi; her cümlesi, yasaklı bir nehrin akışını andırırdı. Sürgünün soğuk rüzgarlarında, İsveç’in karlı sokaklarında bile çocukluğunun tozlu yollarını unutmadı. Orada, yabancı kelimeler arasında kök saldı, ama ruhu hep o eski dengbejlerin nağmelerinde dolaştı. Kitapları, bir köprü gibi uzandı kıtalar arası; bir yanda Batı’nın ışıklı salonları, öte yanda Doğu’nun yaralı ovaları. Her eserinde unutulmuş hikâyeleri topladı, tozlu raflardan çıkarıp yeniden canlandırdı; savaşın gölgesinde büyüyen çocukların fısıltılarını, aşkın yarım kalmış şarkılarını.
Güneydoğu’nun tozlu yollarında, Siverek’in bir kış günü, 1953’te doğdu Mehmet Uzun. Ailesinin sıcak ocağında, beş kardeşin arasında büyüdü; Kürt bir ailenin, Türkçeyi sonradan öğrenecek olan ferdiydi Mehmet Uzun. Çocuk kulakları, etrafındaki masallara, dengbejlerin ezgilerine açıktı. Okul sıralarında Türkçe ile boğuştu, anadilinin yasak gölgesinde; bir süre bıraktı, sonra ısrarla döndü. Gençliğinde sol hareketlerle tanıştı, 1972’de gözaltılar, Diyarbakır ve Mamak cezaevlerinde mahpus kaldı. Zindanlarda akademik düzeyde Kürtçe okuma yazmayı öğrendi, kelimelerin zincirlerini kırdı.
1976’da tutuklandı yine, “bölücülük” damgasıyla. Serbest kalınca sahte pasaportla Suriye üzerinden İsveç’e kaçtı, 1977’de. Orada yeni bir hayat kurdu: İsveççe öğrendi, gazetelerde yazdı, yazarlar birliğinde yer aldı. 1981’de vatandaşlıktan çıkarıldı, sürgün tam bir gerçeklik oldu. Yıllarını Irak ve Suriye köylerinde geçirdi, eski metinleri topladı, geleneksel anlatıları modern kalıba döktü. Evlendi Zozan’la, iki çocuğu oldu: Zerya ve Alan. PEN Kulübü üyesi, İsveç Yazarlar Birliği’nde yönetici; ama kalbi hep kendisine yasaklı ülkesindeydi.
Romanları, o yitik dilin can suyu gibi aktı. 1985’te “Sen” ile başladı, sürgünün acısını anlattı. “Yaşlı Rind’in Ölümü”nde savaşın izlerini sürdü. “Yitik Bir Aşkın Gölgesinde” ile aydınların trajedisini çizdi, üçlemenin ilk halkası. “Abdalın Bir Günü”nde baş kaldırmayı, “Kader Kuyusu”nda Celadet Ali Bedirhan’ın hayatını resmetti; Suriye köylerinden topladığı deyimleri kattı içine. “Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık”ta yalnız ruhlar kesişti, “Dicle’nin Yakarışı” ve “Dicle’nin Sürgünleri”nde nehrin sesini dinletti.
Denemeleriyle de iz bıraktı: “Nar Çiçekleri”nde düşüncelerini, “Dengbejlerim”de gelenekleri paylaştı. “Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler”de zamanın düğümlerini çözdü, “Bir Dil Yaratmak”ta kelimelerin gücünü. Otobiyografik “Ruhun Gökkuşağı”nda kendini anlattı, “Küllerinden Doğan Dil ve Roman”da mirasını bıraktı. Şiirleri, antolojileriyle Kürt anlatımını canlandırdı, “Kürt Edebiyatı Antolojisi” gibi ilklerle.
Türkiye’de kitapları yasaklandı, davalar peşini bırakmadı; yargılanırken halkını ve halkının dilini savundu: Yayıncılar Birliği’nden düşünce özgürlüğü, Berlin’den, İsveç’ten kalem onurları.
Mirası, o gölgedeki yazıda saklı: Unutulmuş kelimeleri diriltti, köprüler kurdu kültürler arasında. Kent kütüphaneleri, parklar, heykeller onun adıyla yaşar; sözleri, yitik bir dilin ışığı gibi parlar hala.
2006’da kansere yakalandı, Stockholm’de hastalıkla savaştı, ancak hasretine hastalık da eklenince özlemin adı Diyarbakır’a döndü. 11 Ekim 2007’de, 54 yaşında bizlere veda etti.
Türkiye’ye dönüşü, bir hasretin sonu gibiydi; ama hastalık, kara bir bulut gibi çöktü üstüne. Diyarbakır’ın sıcak topraklarında son günlerini geçirdi; kelimeleri, miras olarak bıraktı ardında. Adı, kütüphanelerin duvarlarında, parkların yeşilinde, heykellerin sessizliğinde yankılanır hala. O, zincirli bir dilin gölgesinde yazdı; ama ışığı, karanlığı delip geçti, sonsuz bir yankı bıraktı geride.
Yorumlar (0)