Mezarının Başında

Anılar gelip geçiyor... Az önce yıkadığım siyah taşlara bakıyorum, mezarın başında... Çarka biraz daha su dolduruyorum. Begonvili suluyorum... Yandaki çamları da... Öte yandaki mezarları da unutmuyorum... Bu yaz sıcak geçti. Yeşillikleri yaşatamadık. Biraz daha sık gelseydim, sulasaydım da... yeşillikler de yürüseydi, süsleseydi, serinletseydi mezarını!? Yarı kavga, yarı sohbet ediyorum kendimce... Hala sorup da yanıt alamadıklarım var, kafamda uçuşup duruyor...

Mezarının Başında

Bugün (27.09.25) Şaban Erik’in mezarını ziyaret ettim. 4 yıl olmuş göçeli. 
Emeğin temsilcisi olarak bulunduğu her ortamda, sınıf temelli sert bir muhalefet yapmak zorunda kalmasından olsa gerek: tanıyanların çoğu onu sert mizacı ile anlatırdı.  Herkesin bildiği mücadeleci kişiliğini anlatmak değil bu yazının konusu… Bilen bilir, kendince çok insana değmişliği var. İyi kötü 12 Mart Dönemi sonuna kadar anılarını romanlaştırdığı “Zor Yıllar” ve ilk gençlik dönemlerini öyküleştirdiği “Çırpınışlar” isimli iki de kitabı var… Sonra “Sosyal Adalet”, “Emek” falan gibi parti (1960’lı Yılların Türkiye İşçi Partisi) yayınlarının da uzun süre yönetmenliğini yapmış, yazmış/çizmiş... Derdini yazıyla çokça anlatmış. Demek istediğim tanımak isteyenlerin ulaşabileceği yeterince kaynak var. 

Ondan söz ederken biraz da o dönemin mücadeleci insanlarının kendilerinden vazgeçercesine adanmışlığını ya da tevazularında vardırdıkları noktaya dair değinmek istediklerim de var... Dışarıdan görünen sert görünüşüne rağmen kendini öne çıkartan hemen hiçbir tutumuna rastlamadım, o dönemin adanmış insanlarının temel özelliklerinden biri de sanırım bir sıra neferi olmayı en baştan kabullenmeleriydi!? 

Mezarı siyah bazalttan ve yerle hem-zemin. Kendisi öyle istemişti. Yıllar yıllar önce Karşıyaka Mezarlığında birlikte gezinirken; Mahir’in, Deniz’in, Yusuf’un, Hüseyin’in ve daha birçoğunun mezarlarını da ziyaret etmiş, onları birlikte anmıştık. Her bir mezarın önünde onlarla acı-tatlı yaşanmışlıklarını anlatmıştı. İlgiyle dinlemiştim. Onların mezarlarının Türkiye Haritasını andıran tasarımını çok beğenirdi. Başka birkaç arkadaşının mezarını da ziyaret etmiştik. Adları lazım değil. Mezarları daha büyük, yüksek anıtsal yapılardı. Kalanlar öyle uygun görmüş, belli! Laf arasında öyle büyük bir anıt mezarının olmamasını daha o zamanlardan vasiyet etmişti. Hayli mütevazi sayılabilecek yükseklikte bir mezarı işaret ederek, “benim mezarım bu kadar bile yüksek olmasın, toprak seviyesinde olsun” demişti. Tanrıya inancı yoktu. “Öldükten sonra nereye/nasıl gömülmek fark etmez” derdi. Bir ara Datça'da Can Yücel’i ziyaret ettiğimizde  ona dair de anılarını anlatmıştı… Etrafına bakınarak biraz da mezarlığın denizi görür bir noktada olmasına işaret ederek, “Datça’da denizi gören bir yerde defnedilmenin hiç de fena olmadığını” ima etmişti. Bir de konusu açılınca: camiden kaldırılmak istemediğini dillendirmişti.

Mezarının Başında

Yerle aynı seviyede olan mezarının üstü birkaç parmak kalınlıkta düz kesilmiş geniş ve siyah bazalt taşından kalın bir çerçeve ile çevrili. Çerçeve olunca haliyle ortası açık. Mezarının ortası siyahla tezat beyaz çakıl taşları ile de döşeli (eh ne de olsa maçlarını kaçırmayacak kadar bir Beşiktaş taraftarıydı)... Taşların arasında kırmızı çiçekler açmış üç adet kaktüsü var. Başının üstündeki mezar taşı, mezarın sol tarafında yine siyah bazalttan yükselen bir taş. Üzerinde sadece ismi - soy ismi ve doğum yılıyla - ölüm yılı kazınmış. Dikkat çekmemesine özen gösterilmiş. Ancak yanına kadar gidince okunabiliyor. Mezar taşının önünde, yine siyah bazalttan kesilmiş bir çarkı var,  içine su doldurduğumuz... hani kuşlar, hayvanlar, börtü-böcek su içsin diye yapılır ya... Daha çok sendikacı, bir işçi olduğunu da hatırlatmak için çark biçiminde, suluğu... Ama yine büyük ve iddialı değil. Onu doğru yansıtmak için olabildiğince küçük ve sıradan…

Ayakucunda hem kendisinin, hem kedilerin köpeklerin gölgesinden yararlandığı bir begonvili var. Coşmuş… Kırmızı kırmızı çiçeklerle bezeli kollarıyla bir yerlere uzanmaya çalışıyor. Yanında yatanın mezarına kadar şimdiden uzanmış.  Biraz budamakta, oraya buraya uzanmasına izin vermemekte yarar var... Kırmızı çiçekli begonvili severdi. Datça deyince gözleri şenlenir, ilk aklına gelen kırmızılı beyazlı begonviller olurdu.  O kırmızı begonvil de, pek yakıştı ayak ucuna :)

Dedim ya severdi Datça’yı. 1980’li yıllardan  beri düzenli gider gelirdi.  Önce kiracı olarak. Sonra bizimle birlikte kaldı bir süre… Sağlık nedeniyle İstanbul'a, döndü. Rahatsızlığı uzunca sürdü. Sanırım Datça'ya hasret öldü. 4 yıl önce onu önce İstanbul'dan arkadaşlarıyla uğurladık. Datça'ya getirdik. Yine onu tanıyan, seven yoldaşlarının arasında Datça Mezarlığından sonsuzluğa yolculadık, dostlar sağolsun... Taziye yerinin önünde birkaç konuşma yapıldı, arkasından. Kalabalıktı, cemaat. Kızıl bayraklar ile yürüyen arkadaşlarının eşliğinde uğurlandı, mezarına…  Sevinmiştir zaar. 

Neden yazıyorum bunları? Hani ölüm yıldönümünde mezarına gidince yazılır böyle şeyler diyerek, belki? Belki biraz da öznel tarihimi, onunla yaşanmışlıklarımı anlatmak ihtiyacından, kim bilir?  Yanlışım varsa bağışlasın. Öznel tarihten bir şeyleri… yanlışsız anlatmak hayli  zor! Zira tarih ve coğrafya, sana ne kadar yakın olursa, anlatacakların da o kadar sana ait oluyor, öznel kalıyor. Tüm çabalarına karşın nesnellikten uzak kalma olasılığın hayli yükseliyor. Hakikatler istemesen bile, sana (ya da senin bulunduğun zaviyeye) göre biçimleniyor.

Ben onu, tıfıl bir partili olarak, hem parti ve hem de aile içinde tanıdım. Her insan gibi, ona zaman zaman kızgınlıklarım birikti. Zaman zaman (ama daha çok) minnetim… Birbirinden apayrı kişiliklerini gördüm, izledim. Çatır çatır çatışmalarım ya da onun yolunu kendime de yol olarak eylediğim, birbiriyle zıt iki ayrı uçta yürüdüm. Farklı uçlar derken, onun kişiliği kadar benim de kişiliğime ya da o an içinde bulunduğum koşullara, “benim haleti ruhiyeme” göre de şekilleniyor anlattığım her şey, elbette.  Belki de "doğrulardan" hayli uzaklaşan bizzat benim… kim bilir? Konuşabildiği son zamanlarında sovyetlerin dağılması, perestoroyka ve glasnost  üzerinden tartışmalarımızı hatırlıyorum en çok, hararetli hararetli. 

Ben öğrenebildiğim kadarıyla katılımcı-meclisli-doğrudan demokrasi dedikçe... o gülerdi! Ona göre parti disiplini şarttı. Bir hayli merkeziyetçiydi. Benimle kimi zaman tatlı tatlı dalga geçer, kimi zaman da öfkelenerek tartışırdı. Ona göre glasnost ve perestoroyka adeta sosyalizme ihanetti. Merkezi iktidara verdiği değer bir başkaydı. Kalkınmacıydı. En sert tartışmalarımızı kalkınmacılık üzerinden yaptığımızı da hatırlarım zaman zaman.

Bunları hatırlarken. Dayanışma-Datça olarak son zamanlarda yerele dair anlatılardaki çoğalmayla da meşgul kafam.  Bana sorarsanız içindeki öznelliklere, güzellemelere ya da kızgınlıklara rağmen tarihi yerelden, kişiler, somut olay/olgular üzerinden falan anlatmak, yerel araştırmaların çoğalması falan, iyi ve değerli bir şey. Mesela ben de onu anlatırken daha yakından, buradan anlatmaya çalıştığımı fark ediyorum. Oysa o, bir asra yakın İstanbul'da, Ankara'da mücadele etti. Neden onu Datça'yla, şu anda bulunduğum yerelle özdeşleştirmeye çalıştığımı sorguluyorum. Onu anlatırken yerele niye bu kadar sardırıyorum diye kendime soruyorum...

Anlaşılan yerelde kalmaya, yerelden yürümeyi şu son zamanlarda daha çok önemsiyorum. Özellikle demokrasinin merkezden inkitaya uğratıldığı şu zamanlarda, demokrasinin de yerelden yükseleceğine ya da yerelde demokrasinin içselleştirilmesinin daha kolay ve daha eksiksiz olma şansı olduğuna inanıyorum. Yaşanmışlıklarımızı ve samimi duygularımızı da katarak içselleştirdiğimizde, değerlerimize daha sağlam sarıldığımızı biliyorum ve buna daha çok değer veriyorum... Ne alaka diyeceksiniz belki ama kafasını gözünü parçalasak da, demokrasinin, onu içselleştirdiğimiz oranda taa içimizden, yürekten, en yerelden yükseleceğine inanıyorum!

Şaban Erik'le daha çok demokrasi üzerine yaptığımız konuşmaları hatırlamaya çalışıyorum. Onu yeterince tanımaya zaman harcamadığıma, ertelediğim konuşmaları yapamadığıma, yeterince yararlanamadığıma yanıyorum. Sözün özü: özlüyorum...

Yazar ibo.a.bo

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış