‘Sınıf ayrımcılığı’ bağlamında Lozan’ı tartışmak

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş nizamını kapitalizmin gereklerini yerine getirmek üzerinden şekillendirecek kararların alındığı İzmir İktisat Kongresi’nde ilan edilen ve yeni cumhuriyetin temel ilkelerinden biri haline gelen diğer bir konu da “sınıf ayrımcılığı”dır. Türkiye toplumunu “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tanımlayan kurucu irade, Müslüman-Türk olmayan halklarla birlikte işçi sınıfının varlığını da inkâr etmiştir!

‘Sınıf ayrımcılığı’ bağlamında Lozan’ı tartışmak

PKK’nin fesih bildirisiyle birlikte Lozan ve 1924 Anayasası üzerinden başlayan Cumhuriyet’in müesses nizamına ilişkin tartışmalar bu hafta da devam etti. Konu Kürt meselesi ile gündeme geldiği için haliyle tartışmalar da etnik kimlik ve inançlar bakımından “dışlanan, ötekileştirilen kesimler” üzerinde yoğunlaştı.

Bu yazıda, konunun fazlaca ele alınmayan bir başka yönüne, Cumhuriyet’in kuruluş paradigmasında sınıf meselesine -daha açık ifadesiyle “sınıf ayrımcılığı”na- kısaca değinmek istiyorum.

Şunu öncelikle belirtmek gerekir ki, kuruluş aşamasındaki her devlet, kuruluş ilkelerini belirli tercihler üzerine oturtur. Yıkılan bir imparatorluğun yerine kurulan Türkiye, hanedanlığın yerine halkın egemenliğine dayanan, tebaanın yerini eşit ve politik birer özne olan yurttaşlığın aldığı “cumhuriyet”i yönetim biçimi olarak tercih etmiştir. Yeni Cumhuriyet’in o dönemde iki kutuplu olan dünya düzeni içinde kendine belirlediği yer ise Batı’dan yani kapitalist dünyadan yana olmuştur. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş nizamı, kapitalizmin gereklerini yerine getirmek üzerinden şekillenmiştir.

Yeni Cumhuriyet’in -Milli Mücadele’nin verildiği işgalci emperyalist devletlerden oluşan- Batı’ya kendisini kabul ettirmesi Lozan Antlaşması’yla gerçekleşmiştir. Lozan Antlaşması’nın görüşmeleri iki aşamadan oluşur. İlk aşama, 20 Kasım 1922’de başlar, ancak 4 Şubat 1923’te görüşmeler tıkanır ve toplantılara ara verilir.

Lozan görüşmelerinin tıkandığı bu ara dönemde İzmir İktisat Kongresi alelacele toplanır. Şubat ayı içinde gerçekleşen Kongre, Lozan’da görüşülen emperyalist devletlere “yeni cumhuriyetin -o dönemde giderek güçlenmekte olan- sosyalist blok içinde yer almayıp liberal yollarla kalkınmayı benimseyeceğinin yani kapitalist düzen içinde yer alacağının” güvencesini vermeyi amaçlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalist sistemi benimsediğini ilan etmesiyle sonuçlanan Kongre’nin ardından Lozan’da görüşmelere yeniden başlanır ve Antlaşma 24 Temmuz 1923’te imzalanır.

Lozan’ın önünü açan İzmir İktisat Kongresi’nde İttihat ve Terakki hükümetlerinin izlediği iktisat politikalarına yön veren, “ekonomide Müslüman-Türk unsurları egemen kılma”yı amaçlayan milli iktisat görüşünün devamı olan “Misak-ı İktisadi İlkeleri” kabul edilir. Mustafa Kemal’in Kongre’nin açılış konuşmasında da belirttiği gibi, yabancı sermayeye karşı olmayan “iktisadi milliyetçilik” olarak ifade edilebilecek bu anlayış, Müslüman-Türk olmayanlara ait varlıklara el konularak milli burjuvazinin yaratılmasını hedeflemektedir.

Lozan Antlaşması ve Cumhuriyet’in diğer kurucu belgelerine de yansıyan iktisadi milliyetçilik ya da ekonominin Türkleştirilmesi, Müslüman-Türk olmayanların sadece iktisadi alandan değil tüm toplumsal yaşamdan dışlanmasını da beraberinde getirmiştir. Dışlananlar önceleri gayrimüslimler olurken ilerleyen yıllarda Kürtler ve Aleviler de bundan nasibini almış, iktisadi milliyetçiliğin türevi olan ırkçılığın hedefi haline gelmişlerdir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş nizamını kapitalizmin gereklerini yerine getirmek üzerinden şekillendirecek kararların alındığı İzmir İktisat Kongresi’nde ilan edilen ve yeni cumhuriyetin temel ilkelerinden biri haline gelen diğer bir konu da “sınıf ayrımcılığı”dır. Türkiye toplumunu “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” olarak tanımlayan kurucu irade, Müslüman-Türk olmayan halklarla birlikte işçi sınıfının varlığını da inkâr etmiştir! Kongrede “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” anlayışı sıkça tekrarlanmış; sanayici ve tüccar kesiminin talepleri uygulanmaya konulurken işçi kesiminin “grev hakkı, 8 saatlik çalışma günü, iş güvencesi ve sosyal güvence, 1 Mayıs’ın işçi bayramı olması, 12 yaşından küçük çocukların çalıştırılmaması vb.” talepleri reddedilmiştir. Sendikalaşma hakkı gibi kabul gören kimi talepler ise uzun yıllar uygulanmamıştır.

Ulus devletleşme çabası içinde bir burjuva devleti olmayı tercih eden Türkiye Cumhuriyeti, yüzyıl boyunca, varlığını kimi zaman tamamen reddettiği işçi sınıfını sürekli olarak denetim altında tutmaya çalışmıştır. Sosyalist akımların işçi sınıfı içine sirayet etmesi ve Türkiye siyasetinde yer edinmesinin engellenmesi için -askeri darbeler de dahil olmak üzere- pek çok baskı ve şiddet yöntemi devreye sokulmuştur. Öte yandan Müslüman-Türk olmayanların ötekileştirilmesi ve bu amaçla halklar arasında düşmanlığı körükleyen politikalarla köpürtülen milliyetçilik de kapitalist sömürünün üzerini örtmek ve emekçileri ayrıştırmak için kullanılmıştır. Böylece sınıf olarak politik bir özne olduğunun bilincine ulaşması engellenen emekçi kitlelerin devletin ve sermayenin üzerlerinde kurduğu tahakküme rıza göstermesi sağlanmıştır.

Türkiye bugün “cumhuriyet” görünümü altında halk iradesinin ortadan kalktığı, eşit ve özgür yurttaşlığın anlamını yitirdiği bir yola girmiştir. Bu yoldan çıkmak ve demokratik cumhuriyeti inşa edebilmek için sınıf mücadelesi başta olmak üzere toplumsal mücadelelerin önünde engel oluşturan her şey gibi -Lozan dahil olmak üzere- müesses nizamı oluşturan tüm kurucu belgelerin de tartışılabilmesi gerekir!

Teşekkürler: Yeni Yaşam Gazetesi

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış