Bütün bu sıralanan olaylar AKP iktidarında bu coğrafyada yaşayan insanların hayatlarına sığdırıldı. Türkiye sınırlarında yaşayıp da AKP’nin ve Erdoğan’ın en dar ilişki çemberinde olan bir avuç insanı dışarıda tutarsak kendisi ya da yakın çevresinde iktidarın politikalarından dolayı canı yanmamış tek bir insana dahi rastlama imkanınız yok. Peki nedir bu içine düştüğümüz cendere? 2002’den bu yana AKP iktidarı bizleri her geçen gün yeni bir mağdur psikolojisine sürüklerken, halkı yalnız bırakıp sermayenin güvenli kollarında hakimiyet alanını genişletirken, ülkeyi her geçen gün islam oligarşisinin ellerine terk etmeye bir adım daha yaklaştırırken nasıl oluyor da 22 senedir kesintisiz bir iktidara sahip olabiliyorlar? 22 yıl dediğimiz süre, yönetim biçimi imparatorluk olan Osmanlı’nın padişahlarının bile yarısından azının yönetimde kalmayı sürdürebildiği bir sürece tekabül ediyorken yaşanan bunca olaya, trajediye ve katliama rağmen yönetim biçimi Cumhuriyet olduğu iddia edilen bir coğrafyada, bir partinin tüm gücü elinde tutması patolojik olarak irdelenmesi gereken bir durum oluşturuyor. Türkiye coğrafyası tarihin gördüğü en geniş katılımlı toplu bir Stockholm Sendromu’nun mu pençesinde yoksa geri planda başka bir şey mi oluyor?
Belki de bu sorunun yanıtını her geçen gün akıllara durgunluk veren bambaşka bir olaya şahit olduğumuz, “bundan ötesi yoktur herhalde” cümlesi aklımıza düştükten iki saniye sonra her seferinde daha da beterine şahit olduğumuz bu andan vermemiz mümkün değil. Ancak üzerinde durmamız gereken belki de tam olarak bu cümle. 21. Yüzyılın tüketim kültürü hepimizin gündelik olarak eleştirdiği bir olgu. Peki bu olguyu gerçekten hakkını vererek irdeliyor muyuz? Belki de konuyu çay sohbeti yancısı yapmaktan çıkarıp derinlemesine ana yemek haline getirmenin vakti geldi de geçiyor. Belki de yaşadığımız ama anlam vermekten aciz bırakıldığımız politik, sosyal ve kültürel baş aşağı edilişimizin nedenini geçtiğimiz yüzyılın bakış açısından kurtarıp bu yüzyılın perspektifine taşımamız ve tıpkı örgütlenmenin yeni yollarını aramak gibi sorunu çözümlemenin de yeni yollarını araştırmaya başlamamız gerekiyor.
Bu yazı dizisi tam olarak bu araştırmaya yol açabilmek adına çeşitli sorular sormayı ve tartışmalar açmayı hedeflemekte. Çözüm önerilerinin havada uçuştuğu bu dönemde ileri gidebilmek için önce iki adım geri çekilmeyi ve detaylardan önce geneli görüp yeniden bugüne dönmeyi amaçlamakta.
Bu doğrultuda, “tüketim kültürü” kavramını biraz daha incelemekte de fayda var. 21. Yüzyıl dünyasında tüketim kültürü her ne kadar aşina olduğumuz bir kavram olsa da aslında hayatımızı düşündüğümüzden ve tahmin ettiğimizden daha geniş bir biçimde sardığını söylemek mümkün. Kastettiğim şey sadece markete, pazara gidip ihtiyacımız olandan fazla ürün aldığımız ya da çeşitli platformlarda yayınlanan dizi, film, belgesel gibi yapımları “haftasonu maratonu, bir günde …. dizi maratonu” gibi başlıklarla yayınlandığı gibi izleyip tükettiğimiz ya da üzerine durup 10 dakika dahi düşünmemizi gerek kılmayacak binlerce kısa videoyu, reels videosunu küçücük bir ekrandan bizi zombiye çevirecek biçimde absorbe ettiğimiz halin dışında bir şey…
Yazının en başında sıraladığım onlarca olayı okurken bir yandan da aklınıza burada sıralanmamış bambaşka yüzlerce kare daha geldi değil mi? Peki tam olarak bu durumun kendisinin de tüketim kültürünün bir parçası haline geldiğini düşündünüz mü hiç?
Son dönemlerde hem politikada hem eğitim alanında sıkça karşılaştığımız bir başka kavram daha var. Disiplinlerarası. Bu kavrama zaten çok uzunca bir zamandır hakimiz ancak özellikle son yıllarda neredeyse her konu başlığının kıyısına köşesine iliştirilmiş bir biçimde oldukça sıkça önümüze düşüyor
Şimdi bu kavramı alıp tüketim kültürü ile birleştirmeyi deneyelim. Kastetmeye çabaladığım şey şu; evet tüketim kültürü çağımız insanın meta tüketimi sınırsız ve gereksiz ölçülerde arttırması ile doğrudan ilişkili ve her birimizin aşina olduğu bir kavram. Ancak maalesef sadece somut tüketim ilişkilerini refere etmiyor. Aslında kendi içinde daha geniş bir anlam dünyasına sahip. Örneğin televizyonunuzu açtınız ve bir tartışma programı izliyorsunuz ya da Youtube’u açtınız ve sinema üzerine bi video izliyorsunuz, gazetede edebiyat üzerine bir köşe yazısı okuyorsunuz, ekoloji üzerine bir yazı kaleme alıyorsunuz bu örneklerin hemen hemen hepsinde “tüketim kültürü” ya da bu kavram dolayında ortaya atılmış kavramlardan herhangi birini duyma olasılığınız son derece yüksek. Çünkü gelişen teknoloji ve değişen yaşam biçimlerimiz ile birlikte her birimiz hayatımızın hemen her alanında daha da hızlı olmaya ve bu hızı aynı zamanda daha da verimli kılmaya mecbur bırakılıyoruz. 24 saatlik bir güne 8 saatlik mesaiyi, iş yerine ulaşabilmek için gidiş-dönüş minimum 2 saatlik yolu, sağlıklı kalabilmek adına en azından 6 saatlik uykuyu sığdırmaya çalışırken geriye kalan 8 saate de “hmm sağlıklı olmak istiyorsan mutlaka günde 1 saat spor yapman gerekir, yetmez cilt bakımına da zaman ayırman lazım, e kültürsüz mü desinler her gün 1 saat kitap okumalısın, son çıkan diziyi izlemezsen arkadaş grubunla konuşacak konu bulamazsın mutlaka izle, kendini eve kapatırsan asosyal olursun her gün arkadaşlarınla dışarıda vakit geçirmeye çalış, yalnız politikayı da takip etmeyi ihmal etme, borsa haberlerine bi göz at yoksa bitcoin akımını yakalayamazsın çağın gerisinde kalırsın, e o kadar şey yapmışken git de yeni açılan sergiden bi selfie paylaş ressamın adını bilmesen de olur, yalnız aman diyeyim evcil hayvanına / çoluğuna çocuğuna / annene babana zaman ayırmayı unutma, hepsini nasıl yapayım diye neden sızlanıyorsun bunların yarısını aynı anda yapabilirsin zaten. Hem artık işe giderken sadece işe gitmek diye bir şey mi kaldı canım? O zamanı aynı anda kitap okumak için, Instagramda son trendleri takip etmek için kullanabilirsin, bak hatta yeni bir spor türü çıkmış metroda giderken öyle düz düz oturmak yerine bir yandan da üst bacak çalış. Nasıl mı? Dur DM’den videosunu gönderiyorum.” Okurken bile içiniz bayıldı değil mi? Deli saçması standartlara uymaya çalışırken, aman ondan da geri kalmayayım endişesi her geçen saniye hayatımızın üzerindeki kontrolünü daha da arttırırken “modern insan” olma çabasının bizi aslında insan olmaktan ne kadar da uzaklaştırdığını bir düşünün. İşte aslında tüketim kültürü dediğimiz şey kökleri ilk bakışta anladığımızdan daha da derinlere uzanan ve adeta bir mantar gibi hızla her yeri kaplayan distopik bir noktaya ulaşmış durumda. Tükettiğimiz şeyler artık sadece gözle gördüğümüz, elle tuttuğumuz şeyler olmaktan çıktı. Tüketim kültürü artık disiplinler arası bir sorun haline geldi. Artık sadece daha fazla atık madde üretmiyoruz aynı zamanda kendimizi, ruhumuzu ve bilincimizi de büyük bir hızla tüketerek atık insan kabukları üretmeye başladık.
Peki iyi güzel de tüm bunların konumuzla ne alakası var?
Politika konuşmak için, siyaseti anlamak için günlük hayattan uzaklaşıp kendimizi tozlu kitapların arasına gömmemize gerek yok. Çünkü daha etkili ve gerçek bi yolumuz var aslında. Bugüne bakmak. Bugünü incelemek ve bugünün insanını; kendimizi doğru analiz edebilmek. Sorunun kaynağına ulaşmak istiyorsak semptomları doğru değerlendirmek zorundayız. Okuduğunuz kitaptan, yüzünüze sürdüğünüz kreme; izlediğiniz filmden, sabah kahvaltı masasına koyduğunuz ürüne kadar hayatımızın her saniyesine işlemiş olan bu yaşam biçimi elbette düşünce yapımızı da kökünden değiştiriyor. Tüketim kültürünün çok uzun zamandır hayatımıza sirayet eden başka bir oyuncağı daha var. Artık kabul etsek de etmesek de trajedileri de, isyanımızı da, üzüntümüzü ve sinirimizi de Instagram Reels’larını tükettiğimiz hızla tüketmeye zorlanıyoruz. Ve belki de konuşmamız gereken temel sorunlardan birisi de budur. Tüketim kültürü iktidarların elinde propaganda araçlarının gücü ile donatılarak karşımızda yeni, parıltılı ve son derece güçlü bir şekilde dikiliyor. Ve belki en kötüsü de bu yeni düşmandan kaçmanın bir yolu yok. Çünkü öyle ya da böyle maruz kalmaktan kurtulma şansımız yok. Eve geldiğimizde televizyonda, günün her anında ise cebimizdeki küçük ekranlarda.
Bunu en basit şekliyle şu biçimde somutlaştırmak mümkün. Sinemayla ucundan kıyısından alakadar olmuş olan çoğumuzun bildiği gibi sinema dediğimiz şey bugün her ne kadar bir sanat dalı olarak algılansa da ve bizi kendine hayran bıraksa da aslında aktif olarak insanların hayatında bu denli yaygın biçimde yer almasının en önemli sebeplerinden biri ilk ortaya çıkışının ardından iktidarların elinde bir propaganda aracına dönüştürülmüş olmasıydı. Hem de oldukça etkin ve güçlü bir propaganda aracına. Her ne kadar ikisini yan yana görünce içimiz bir tuhaf olsa da sinemanın bugüne gelişi için Sovyet Rusyasına ve Hitler Almanyasına teşekkür etmek durumundayız. Çünkü her ne kadar bu iki dönem de insanlık tarihinde ideolojik olarak birbirine son derece zıt kabul edilen iki dönem olsa da oldukça büyük bir ortak noktaları var: Sinema! Yeni ve parıltılı 7. Sanat aynı zamanda ideolojik aygıtların da göz bebeği olarak yerini almasının ardından bunca yatırım ile bugünkü halini aldı. İlk kez insanların baktığında birden fazla duyusunu harekete geçiren bu görsel şölen aynı zamanda zihinlerimizi yönlendirmek için de son derece işlevsel olarak kullanıldı. Biri tüm dünyayı yok etmeye çalışmak için kullanırken bir diğeri bambaşka sebeplerle kullandı belki ama zaten bizim buradaki tartışmamız aracın işlevselliği. Ve bu işlevsellik bugün çok daha pratik bir şekilde hayatımızın her alanında ayrıca artık propaganda dışında bir çok yeni özelliği de var.
Sinemada ya da evinizde izlediğiniz bir film ya da dizinin devletin güncel politikalarını alttan alta zihninize işlemek göreviyle mi ekranda yer alıp almadığını bugün çok kolay anlayabiliyorsunuz değil mi? Malazgirt kutlamalarının son yıllarda popülerleşmesi, bu kutlamalar için özel bir saray inşa edilmesi ve TRT dizilerini (Mehmed: Fetihler Sultanı, Teşkilat, Payitaht Abdülhamit; ki bunlar kanalda aktif yayında olan dizilerin hemen hemen 3’te 1’ine tekabül ediyor) yan yana düşündüğünüz de zihniniz hangi çıkarımı yapıyor? E bu zaten çok bariz o yüzden de TRT’yi izlemiyorum diyeceksiniz. Peki ya diğer kanallar? Dizi izlemiyorum, tartışma programı izliyorum diyeceksiniz. Peki tartışma programları da tam olarak bu tüketim çılgınlığına hizmet etmiyor mu?
Habere maruz kalmamak gibi bir seçeneğimizin olmadığı şu zamanda sadece son 1 haftada izlediğiniz haberleri düşünün. Bir kız çocuğu kayboldu, mecliste bir kadın milletvekilinin kaşı yarıldı, sokak röportajında söylediği bir cümle yüzünden bir kadın hapse atıldı, ormanlar yandı ve müdahale bilerek geciktirildi, çiftçiler ürünlerini satamadıkları için sokaklara attı, çiftçilerin Ziraat bankasına olan borçları sebebiyle tarlaları satışa çıkarıldı, Mehmet Şimşek istifa etti dendi ve Mehmet Şimşek dışında herkes bu haberi yalanlasa da bakanın kendisini ağzını açmadığı için borsadaki oynama kimilerini zengin etti kimilerini batırdı, ülkenin dört bir yanından köpeklerin katledildiği haberleri gelmeye devam ediyor…. Bu liste kolayca iki katı kadar uzatılabilir. İnanması güç ama tüm bunlar bir hafta bilemedin 10 günde yaşadıklarımız. Ne oldu peki? Ülkede taş üstüne taş mı bırakmadık? Sokaklara mı döküldük?
Bu sıralanan olayların yarısı 20 yıl önce yaşansaydı ne olurdu peki?
Cevabı hepimiz biliyoruz. Peki şimdi neden yaşanan olayların yıkıcılığı ve sıklığı artmış olsa da tepkiselliğimiz geriliyor? İşte tüketim kültürü tam olarak bu noktada karşımıza çıkıyor. Önce gereğinden ve ihtiyaçtan fazla meta tüketmeyi normalleştirdik, sonra ilişkilerimizi tüketmeyi normalleştirdik, kendimizi tüketmeyi normalleştirdik ve bugün geldiğimiz noktada trajedileri tüketmeyi de normalleştirdik. Bize bunları normalleştirmek öğretilirken bir yandan da dünyanın her noktasındaki güç sahipleri artık sinemadan daha maliyetsiz ve daha erişilebilir ve daha etkin bir araç buldu. MessMedya!
Yorumlar (0)