Yangınlar Kime Yarar?

Kamusal her hizmetin aşağılandığı, afet risklerine karşı, yüzyıllık bilgi ve deneyim birikimini ortadan kaldıran, risk yönetiminin “bi’şey olmaz abi” jargonundan ibaret olduğu “neo-liberal” bir “Yeni Türkiye” modelinde yaşıyoruz... Artık ormanlarımız, meralarımız, tarım alanlarımız ve canlarımızın varlığı ve geleceği taşeron şirketlere emanet. Yakında yok olan ve olacak olan doğal arazilere ve yaşam alanlarımıza çökmek için aportta bekleyen maden, enerji ve turizm şirketleri var. Onların daha çok kazanması için daha fazla ve daha uzun süreli yangınlar gerek.

Yangınlar Kime Yarar?

En eski bilgilerimizden biridir; üç temel unsur, “yanıcı madde” (odun, kömür, kâğıt, kuru yaprak vb), “yakıcı madde (oksijen, yani hava), “ateşleme kaynağı” (yani ısı) bir araya gelince “yanma” gerçekleşir. Yanmayı ocaklarımızda, fırınlarda, sobalarda, kazanlarda kontrol edebiliyorsak elde ettiğimiz enerjiden faydalanabiliyoruz. Ama kontrol edemediğimiz durumlara da “yangın” diyoruz.

Yine coğrafyamızın en kadim gerçekliğidir; Akdeniz kuşağı, uygarlığın beşiği kabul edilen en bereketli kuşak, aynı zamanda yaz aylarında binlerce yıldır yangınlarla boğuşur. Bundan iki bin yıl önce, yine bir Temmuz ayında antik Roma kenti cayır cayır yanarken İmparator Neron’un uzaktan izlediği efsanesini biliriz kulaktan dolma da olsa, ama gerçek olan daha iki bin yıl önce de Akdeniz kuşağı, yaz aylarında büyük yangınlar yaşıyordu.

Afet yönetiminde bilinen ünlü “3 otuz” kuralı var;
1- Hava 30 derecenin üstünde sıcaksa,
2- Rüzgar 30 km’nin üstünde bir hızla esiyorsa,
3- Bağıl nem %30 un altına düşmüşse, yani hava kuruysa yangın çıkma olasılığı çok çok yüksektir.

Unutmamamız gereken bir gerçekliğimiz var: Yaz aylarında yangını yaratan üç temel unsur yaşadığımız coğrafyanın bir gerçeği. Belki de bereketli toprakların da bir bedeli bu. Üç temel unsurun varlığı, her an yangın olasılığının kapımızda olduğunu bize söylüyor. Bu üç unsur var oldukça da yangın için sadece bir kıvılcım yeterli oluyor. Evet!.. O kıvılcımın kaynağı da kasıtlı ya da kasıtsız, bilerek ya da bilmeyerek, doğrudan ya da dolaylı olarak her zaman “insan”: Yoldan geçen bir araçtan atılan sigara izmariti, vazgeçilemeyen tutkumuz piknik mangalı, çevreye atılan ve optik etkiyle güneş ışınlarını odaklayan cam ya da plastik şişeler, tarım alanlarında hasat sonrasında anız yakma alışkanlığı, işgüzar ve tedbirsiz çalışan bir kaynakçının ihmali, bir düğün eğlencesinde havaya atılan ve yere düşmesi kaçınılmaz havai fişek veya maytaplar, rüzgârda savrulan dalların elektrik hatlarına temasıyla ark oluşması ve daha benzer pek çok neden hazırdaki üç yanma unsurunu tamamlayan basit bir kıvılcım için yeterli kaynak. Her ne kadar sorumlu yöneticiler elektrik hatlarından kaynaklanan yangınları “insan kaynaklı değil” diyecek kadar aymazlık içinde olsalar da o teller de, hatları kuran da, bakımlarını yapmayan da, işleten de, o tellerden geçen her kilovat elektrik için fatura kesen de insanlar…

Yangınlar Kime Yarar?

Yıllar önce bir tatil sırasında tanık olduğum bir olay: deniz kenarındayken yakınlardaki bir tepeden dumanlar çıktığını gördük. Yakındaki bir yerleşim yerinden birkaç dakikada hızla bir arasöz geldi ama tepeye çıkması ne mümkün? Sadece beş dakika içinde rüzgârın da etkisiyle alevler büyüdü ve yayıldı. On dakika geçmemişti ki, o zamanlar var olan Türk Hava Kurumu’na ait iki sarı uçak ve iki helikopter geldi. On beş dakika sonra tamamen alevler kesildi. Bir süre de soğutma çalışması sonrasında yangın tamamen bitti. O süre içinde uçaklar en az 7-8 sortiyle denizden su alıp alevin ortasına boşalttılar. Yangına ilk yarım saat içinde hızlı müdahale edilince 3 yanma unsurunun en az biri (oksijen veya ısı) ortadan kaldırılınca yangının büyüme şansı kalmamıştı. Gecikme olsaydı çok daha geniş alanı oksijensiz bırakmak da yayılan bölgeyi soğutmak da teknik olarak olanaksız hâle gelecekti, tek çare üçüncü unsur olan “yanıcı” maddelerin yanıp kül olmasını beklemek zorunda kalacaktık. Sonradan öğrendik ki, yangını başlatan kıvılcımın nedeni de tepeye tırmanan birkaç çocuğun mercekle karınca öldürme sevdasıymış. Sonrasında, ormana ve araziye verilen zarar çocukların ailelerinden tazmin edildi. O uçaklar on dakikada değil de yarım saat sonra gelselerdi o sıcaklık, nem ve rüzgârda söndürmek mümkün değildi, ancak yanabilecek her şey yanıp bittikten sonra kendi kendine sönecekti.

Yangınlar Kime Yarar?

Elbette bu fiziksel üç şart kuralını ve sadece bir kıvılcımın yangını başlatmaya yeteceğini herkes biliyor, yine bu eşsiz coğrafyanın doğasına ve kaynaklarına göz dikmiş talancılar da… Yeraltındaki madenlere göz dikenlerin önünde ormanlar, meralar, zeytinliklerin varlığı bir engel oluyorsa, kıyılara lüks oteller zinciri dikmek için bölgenin ormanlık, doğal koruma alanı veya koruma altında SİT alanı olması yapılaşmaya engelse, uygun zamanda (sıcaklık, nem ve rüzgar şartı) bir tek kıvılcım yeterli oluyor talan şartlarını yaratmak için.

Türkiye’nin yüzyıllık cumhuriyet geleneği de coğrafyamızın gerçekliğinin son derece farkındaydı: eski Türkiye’de de orman yangınları olurdu ama mevcut kurumların hızlı müdahalesiyle hızla ve büyümeden söndürülürdü. Eski Türkiye'nin yangınları hızla "söndüren", söndürebilen uçakları vardı. Yangına ilk müdahaleyi hemen yapan, yangın riskine karşı ormanları temizleyen, yanıcı maddeleri azaltan, önlem alan deneyimli ve bilgili “orman köylüsü” vardı. Yangın anında bölgeye kamusal hizmet için hazır durumda ve gereğinde hızla müdahale edebilecek araç ve donanıma sahip Köy Hizmetleri, Yol Su Elektrik, Karayolları gibi bilgili, deneyimli kadrolara sahip kurumlar vardı. Türk Hava Kurumu gibi yangına hızla müdahale eden deneyimli bir kurumun elinde, suyu çok hızlı toplayan ve yangın odağına yaklaşarak boşaltabilen, Anadolu coğrafyasına uyumlu uçakları vardı. Artık bu kurumların hiçbiri yok!

Yangınlar Kime Yarar?

Kamusal her hizmetin aşağılandığı, afet risklerine karşı, yüzyıllık bilgi ve deneyim birikimini ortadan kaldıran, risk yönetiminin “bi’şey olmaz abi” jargonundan ibaret olduğu “neo-liberal” bir “Yeni Türkiye” modelinde yaşıyoruz artık. 1839 yılında, Osmanlı’da Tanzimat Fermanı sonrasında kurulmuş ve 1937’de yeniden yapılandırılmış bir Orman Genel Müdürlüğü var. En temel görevlerinden biri de “ormanları yangından korumak için gerekli önlemleri almak”. Ama neredeyse 200 yıllık bir kurumun bilgi ve deneyimi bir kenara bırakılmış ve bütün koruma sorumluluğu ve görevleri taşeron şirketlere ihale edilmiş durumda.

1937 yılında yasalaşan ve 1956’da bugünkü şeklini alan 6831 sayılı bir Orman Kanunu var. 2000’li yıllardan itibaren, kamusal orman alanlarının birer kâr merkezi olarak işletilmesine dair sayısız değişiklik yapılan ve yeni maddeler eklenen bu yasa hükümlerinde yangınlara karşı ormanları korumaya yönelik hiçbir yeni yaptırıma rastlamak mümkün değil. Şimdilerdeyse yeni “iklim yasası” ve “talan yasaları” ile de doğayı ormansızlaştırmanın, merasızlaştırmanın yolları döşeniyor.

Artık ormanlarımız, meralarımız, tarım alanlarımız ve canlarımızın varlığı ve geleceği taşeron şirketlere emanet. Yakında yok olan ve olacak olan doğal arazilere ve yaşam alanlarımıza çökmek için aportta bekleyen maden, enerji ve turizm şirketleri var. Onların daha çok kazanması için daha fazla ve daha uzun süreli yangınlar gerek.

Yazar can çınar

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış