yeniden başlarken

bak sana diyeyim gardaş, bu devir devrilecek az kaldı. yazıyorum buraya :)) eli kulağında. hem de kimler devirecek bu devri. eski örgütlü devrimciler falan değil. örgütsüz, salak sepelek olarak etiketlediğimiz gençler devirecek. devrim olacak mı orası belirsiz ama bu devir devrilecek. pek kitabi bir bilgidir biliyorum ama gene de diyeyim her şey zıddıyla kaim. neoliberalizm içinde zıddını büyütüyor. biz yapamadık devrim mevrim. çünkü o meşhur söz doğruydu, devrim yapılmaz devrim olunur.

yeniden başlarken

dünyanın bu berbat hal ve gidişine karşı ne yapılabilir. örgütlenmek bir seçenek. diğer bir seçenekse en iyi bildiğin yerden, en iyi bildiğin araçlarla mücadele etmek. mesela, johan galtung’un tanımladığı yapısal şiddeti meşrulaştıran kültürel şiddetin ürettiği estetik algının dışına çıkarak. brecht’in tabiriyle, olağan demeyerek hiçbişeye! çünkü olağanlaştırmak, bu dünya da böyle napalım demek, sineye çekmek; sanat böyle bişiydir sapıtma, piyasaya sırtını dönme, sen mi değiştireceksin dünyayı demek; daha çok seyirciye, fana dayalı, bir yerlere gelmeye dayalı yırtınışlarla, antin kuntin işlere girip çıkarak hatta ve hatta kendine sol süsü verip slogan atıp keriz silkeleyerek cebini doldurmak… hepsi kültürel şiddettir. gel gardaşım, biz en iyi bildiğimiz yerden, en iyi bildiğimiz araçlarla yapısal şiddete karşı poetik bir mücadele yürütelim.

yıllar önce, okuduklarımızı nasıl görüyoruz sorununu kendince araştıran ve çözümleyen bir kitap okuduydum, edebiyat dünyasından neşvünemalanmak isteyen hoş görünümlü bir hanfendinin tavsiyesiyle. maalesef, aklımda kitaptan pek bişiy kalmamış. okuduklarımı nasıl görüyor, kafamda nasıl canlandırıyorum sorunuysa hâlâ canlı. önce, ne tür görüntüler yaratan metinleri sevdiğimden mi bahsetsem acaba. “ormandaki ev”, “kırmızı ayakkabılar”, “iki kardeş”, “yeraltı diyarının kartalı”, “gül güzeli”… bak! isimleri, daha masalı okumadan görüntü yaratıyor. bazı masalları unutuyor ama bazı sahnelerini unutmuyorum yahut o bazı unutulmaz sahneler sayesinde masalı hatırlıyorum.

misal, abilerinin madik attığı oğlanı yerin yedi kat altından zümrüdü anka çıkarıyor. yolculuk için kırk tulum su, kırk tulum et yükleniyorlar. uçuş başlıyor. uçuş boyunca oğlan suluyor besliyor kuş süzülüyor. ne ki bir an geliyor, et yetmiyor. oğlan kendi baldırından kopardığı etle besliyor kuşu. neyse efendim. sağ selamet yeryüzüne varıyorlar. oğlan topallıyor. zümrüdü anka şöyle bir bakıyor, fark etmedim sanki diyor, beni kendi etinle besledin sen. oğlanın bacağını yalıyor, hop! bacak etleniyor. her hatırlayışımda bu sahne bir el gibi karın boşluğumdan girer, midemdi, bağırsağımdı avuçlar, sıkar sıkar bırakır. televizyonlarda, ana akım tiyatrolarda, sinemalarda falan böyle bir görsellik yok… içinde mutlaka devanası geçen masallar anlatan annanemin anlatırken gözlerinin içine bakardım. aynı anda hem burada hem başka biyerdeydi. hem uyanık hem uykudaydı. hem bizi görüyor hem rüya görüyordu. hem bilinçli hem bilinçsizdi. annanem bence masal anlatırken, bir oyuncuda olması gereken ‘toplu duygu durumunun’ timsaliydi. annanemin bizzat kendi, başlı başına bir masal sahnesiydi. annanem bir tiyatroydu.

o yüzden galiba mümkün olduğunca düz, yalın, kostümsüz, makyajsız bir anlatım tarzı cazip geliyor. seyirciye kafasında sahneleme alanı bırakan, hem edebiyat hem gösteri sanatı olan, aslında ne edebiyat ne gösteri sanatı olan anlatı biçimleri heyecan veriyor… iki kardeş aynı zamanda büyücü olan analıklarından kaçıyor. haris anne, suları büyülüyor. oğlan susuyor ama kız suyun fısıltısını tercüme ediyor ki oğlan bu sudan içerse ayıya dönüşüp kardeşini yiyecek. oğlana diyor içme, kardeşim durum böyleyken böyle. oğlan söz dinliyor. yola devam ediyorlar. gene bir su birikintisine rastlıyorlar. su gene fısıldıyor. kız gene kardeşine içme diyor, yoksa kurt olur beni yersin diyor bu sefer. oğlan gene söz dinliyor. devam ediyolar. gene bir suya rastlıyorlar. kız suyun fısıltısını tercüme edip bu sefer de içme kardeşim içersen geyik olursun diyor. oğlan çok susamış, kızı dinlemiyor ya da napsın dinleyemiyor eğiliyor suya. suya dili değer değmez, bakınız burası çok mühim, “suya dili değer değmez” oğlan geyiğe dönüşüyor. kız çorabındaki kurdeleyi çözüyor. kardeşinin boynuna bağlıyor. geyiği yederek yola devam ediyorlar… masaldaki bu sahne gözümün önüne her geldiğinde gene bir el karın boşluğumdan girip iç organlarımı sımsıkı kavrıyor. bu nasıl bir anlatıdır, sahneleyiştir anam babam! nasıl bir akıldan çıkmıştır bu anlatı. masallar halkların rüyalarıdır demiştim bi zamanlar. hakkaten de öyle değil mi.

masaldaki böylesi sahnelerde oluşan görselliğin içinde bir keramet var: görü! bunca etkiyi, sarsıntıyı yaratan biricik şey: görü! insanı, ne var bunda canım! işte oğlan zümrüdü anka ile yeraltından yerüstüne uçmuş, etinden et koparıp yedirmiş kuşa diyemeyecek hâle getiren, lâl eden: görü! ilk bakışta aşk, yıldırım aşkı gibi bişiy. erotik bişiy. anlatı çarpıveriyor. kitonyen bir yanı var. kazmak kazmak, derinlere inmek arzusu uyandırıyor. görünenin altında görünmeden, belki gizlenerek, bize sürekli göz kırpan bir yan. bakışı görünüşe, şekle şemâle kurban etmeyen, nasreddin hoca’yı kürke mahkum etmeyen bir yan. yerüstünde bir görünüşü olan ama bu görünüşün altında, yeraltında görünmez bir yanı bulunan. daima toprakla, toprağın altıyla ilgili olan. neden bilmiyorum! öteden beri konuşurken abartmadan edebiyat yapmaya, yazarken elimden geldiğince konuşur gibi edebiyat yapmadan yazmaya gayret ediyorum. konuşma ile yazmanın doğası bambaşka çünkü. ikisi birleşsin mi istiyorum. teşbihte hata olmaz, konuşmak daha çok yerüstüyse yazı daha çok yeraltıdır.

stephen king, agatha chirstie, keikici osaka, arthur conan doyle gibi hikâye anlatıcıları bana daha çok gösteri dünyasına ait olmak isteyen; görüden çok, -zeynep sayın’ın deyişiyle- pornografik anları, sahneleri, olayları betimleyen, kültürel şiddet üreten yazarlar olarak görünüyor. özellikle king’in yazdıklarını okumuyor, film, handiyse dizi film gibi seyrediyorum. bu yazarlara bakınca walter benjamin’in neden hikâyenin ölümünü ilan ettiğini daha iyi anlıyorum. çünkü bu yazarlarda edebiyatın vadettiği görüden eser miktarda eser var, hatta yok. görü, görü, görü… yahu tam olarak nedir bu görü. ayrıntılı bilgi için bakınız “scientia intuitiva”/spinoza. en yüksek bilgi türü, bilme biçimi. diyelim karl marx’ın grundrisse’ini okuyoruz ya da engels’le birlikte yazdıkları komünist manifesto’yu. daha ilk sayfalarda içinde bulunduğumuz görünmez mekanizmaya dair bir görün oluşuyor. görüyorsun ki. firmaların iş bölümü, üretim, sunum, dolaşım biçimleri bizim yaşamlarımızı, ilişkilerimizi, hatta duygulanımlarımızı belirliyor. iş bölümün, üretim, sunum, dolaşım biçimin kapitalist bir firmayla aynı olduktan sonra istersen devrim üret, senden bi bok olmaz. ürettiğin düzenin kendidir anca. görü, aşağı yukarı böyle bişiy. eee… masallara yakın seyir zevki veren eserler tabi ki söylenenler, halk hikâyeleri, destanlar, efsaneler, menkıbeler; masallara yakın seyir zevki veren yazarlar yok mu var. tarık sipahi, henri michaux, sait faik abasıyanık, geoge bataille, zaven biberyan bunlardan birkaçı. bunlar anlatmıyor da sanki seni harekete geçirecek bir mekanizma atıyorlar içine. insanlık varoldukça varolsunlar.

husserl’in her hatırlama kurgudur ve pusludur deyişine istinaden, okurken yahut dinlerken masalı kafamda nasıl kurguladığımı ve gözümün önünde nasıl puslu görüntüler oluştuğunu hatırlıyorum. yedi sekiz yaşlarındaydım, tavanarasını karıştırırken komşunun donald duck çizgiromanı geçtiydi elime; ingilizce, orijinal. kuşe kağıda basılı parlak sayfalardan, renklerin canlılığından, kontrasların keskinliğinden, çizgilerin mükemmelliğinden, arka plana gösterilen özenden, ayrıntıcılıktan vb. gözlerim kamaştıydı. uzun süre bu matbuat tarzının meftunu oldum. ama bir süre sonra fark ettim ki bu tarz resimli romanlar beni üzüyor. neden, neden üzlüyordum yahu. çünkü edilginleşiyordum. bu kültürel şiddet ürünleri, görünmek, sadece kendilerini göstermek için, diğer bütün her şeyi siliyor. ya da hareketsiz bırakıyor. öyle bir zanaat, öyle üstün bir başarı sergiliyorlar ki, bir okur, bir seyirci, bir dinleyici olarak bütün yaratıcı güçlerimizi elimizden alıyorlar. hayret duygumuzu çalıyor, bizi kendilerine hayran bırakıyorlar.

gösteri sanatları içinde tiyatroyla, dans ve pandomimle ilgilenen biri olarak görüden daha çok yer kaplayan hatta içinde hiçbir görü taşımayan muhteşem görüntü örüntülerini içime bitürlü sindiremiyorum. tiyatro oyunu dediğin kitonyen olmalı, erotik olmalı, götü başı açarak değil ruhen soyunmayla erotik olmalı, pırıl pırıl mükemmel değil kusurlu olmalı, melanet hırkasını giyemese de şöyle bir omzuna atmalı… eşine, evladına, ortağına, çalışanına kendinden güçsüz olana sistematik olarak eziyet edip sonra sahneye çıkıp yunus emre şiirleriyle, devrimci fikirlerle maval okumamalı. neoliberallerle işbirliği yapıp, sonra sazı eline alıp bize derviş deyişleri söylememeli. bak sana diyeyim gardaş, bu devir devrilecek az kaldı. yazıyorum buraya :)) eli kulağında. hem de kimler devirecek bu devri. eski örgütlü devrimciler falan değil. örgütsüz, salak sepelek olarak etiketlediğimiz gençler devirecek. devrim olacak mı orası belirsiz ama bu devir devrilecek. pek kitabi bir bilgidir biliyorum ama gene de diyeyim her şey zıddıyla kaim. neoliberalizm içinde zıddını büyütüyor. biz yapamadık devrim mevrim. çünkü o meşhur söz doğruydu, devrim yapılmaz devrim olunur. insanlık varoldukça varolsun ursula k. le quin.

nerden nereye. görmekten, görünüşten, görüntüden devrime falan. napalım! en iyi bildiğim yer bura, en iyi araçlarım bunlar. benim bütün hayatım naçizane, eylem (act) denilen kavramın ve fiilin mihverinde dönüyor. seni beni etkinleştiren, hareket ettiren, devindiren, yaratıcı güçlerimizi kışkırtan, zekâmızı çevikleştiren, kafamızın içinde görülü görüntüler örüntüler yarattıran işler eserler nere; seni beni edilginleştiren, kendine hayran bıraktıran, muhteşem, kusursuz, gözkamaştırıcı, içi boş, bomboş görsel şölenler nere. özetle: okuduklarımı nasıl görüyorum! görü ile görüyorum! otuz yıl evvel görüsü apaçık bir rüya gördüydüm. yeri geldikçe naklediyorum. “rüyamda eski bir balkondayım. yaslandığım ferforje korkuluk yırtılıyor ve düşüyorum. son anda balkon zeminine tutunuyorum. diğer ben, bu bir rüya diyor düşsen de bişiy olmaz; bırak kendini. bırakıyorum, ama düşemiyorum. hop! gerisin geri balkona çıkıyorum. diğer bene dönüp sen olmasan, rüyada olduğumu bana hatırlatmasan ne güzel düşerdim diyorum.”

gördüğüm bu rüyanın görüsü neydi! denetleme, dikizleme, tereddüt etme, yap. sadece yap!.. şükür! nasıl yapılacağını, ölçüsünü, kararını, kıvamını az çok biliyorum artık. eskiler ne güzel tarif eder, kulak memesi kıvamında falan diye. ne anlatırsam anlatayım bundan sonra, kimlerle beraber ne anlatacak gösterecek olursam olayım, kıvamı orfeus ile öridike’nin miti kıvamında, sevdiğim masalların, yukarda masallardan alıntıladığım sahnelerin kıvamında, görü ile gösteren hikâyelerin kıvamında olsun istiyorum. gösteriş, çalım, caka, hüner, marifet gibi şeyler içimi kaldırıyor yeminle. içtenmiş gibi, samimiymiş gibi yapanlar, mevâlîdenmiş gibi erenlerdenmiş gibi poz verenler, olağanlaşmış liberal gösteri toplumunun ‘hamamböcekleri’, hepsi hepsi! bütün kültürel şiddet örüntüleri, sadece yaratıcı güçlerimi harekete geçiriyor. onları yakından tanıyorum. onlarla yanyana büyüdüm. onlarla yüzleştim. onlarla karşı karşıya geldim. onlarla dövüştüm. bıraktım onları ki ol piyasadan nevşünemalansılar. dilerim kimseyi nefsimden aşağı görmem mümkün olamasın. âmin!

 cüneyt uzunlar,  düşüşler düşünceler ve düşler , 14 Mayıs 2025

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış

İlginizi Çekebilir