İster yeni anayasa yapılma/değiştirilme tarihlerini esas alarak sıralayın, isterse 1923 toplum sözleşmesinin 2000’li yıllara kadar devam ettiğini varsayarak sıralayın, birincisini esas alırsanız 6. cumhuriyetimiz, diğer tercihi esas alırsanız 2. cumhuriyetimiz kuruluyor.
‘YENİ’ Türkiye Cumhuriyetini anayasal olarak hazırlamada ilk adım 2010’da atılmıştı. Şimdi yeniden çapaklarından, zaman içinde sakıncaları görülen düzenlemelerinden arındırarak anayasayı yeniden(!) değiştirmeye çalışıyorlar. 2002 yılında AKP iktidarının kurulmasıyla ‘yeni’ cumhuriyetin inşa süreci başlamış oldu. ‘Yeni’ ifadesi kuşkusuz bir olumluluk içermiyor. 1923’de kurucu babalar tarafından oluşturulan 100 yıllık toplumsal mutabakatın eskide kaldığını vurgulamak için ‘yeni’.
1923 kurucu mutabakatının en önemli ayaklarından biri İslamın devletleştirilmesi ve politik islamın siyaset alanının dışına itilmesine karar verilmesiydi, kuşkusuz. Bu mümkün olamadı.
Sarsıntılarla da olsa 2000’li yıllara kadar idare eden ’23 rejimi son büyük ekonomik, siyasi ve askeri krizlere dayanamayarak komaya girdi. ’23 rejiminin dışladığı diğer bir kesim olan Kürt itirazı bir türlü bastırılamıyor, ardarda patlak veren ekonomik ve siyasi krizler ’23 rejimine yıkıcı darbeler indiriyordu. Bu süreç politik islamın aradan sıyrılması ve iktidara adım atmasıyla sonuçlandı. 2002 Kasım ayında yapılan seçimlerden birinci ve çoğunluğa sahip parti olarak çıkan AKP ‘yeni’ sürecin başlangıcının tayin edici adımı oldu.
Klişe deyimiyle artık ‘hiçbir şey eskisi gibi olmayacak’tı. Her köklü REJİM DEĞİŞİKLİĞİ gibi bu yeni süreçte iktidar, ilk yıllarını toplumun bütününü dikkate aldığı izlenimi vererek, genel hassasiyetlere duyarlı olduğunu ifade ederek, hasımlarını ürkütmemeye çalışarak, rejimin temel problemlerini çözmeye hazır olduğunu iddia ile dile getirerek bastığı zemini güçlendirmeye çabaladı. Bu süreç eski rejim sahiplerinin politik müdahalelerini altederek, kitlesel uyanışları ezerek, her yeni döneme uygun ittifak politikaları izleyerek bugünlere kadar geldi. Öyle görünüyor ki yeni iktidar sahipleri, Osmanlı’dan, Bizans’tan tevarüs ettikleri yönetme becerileri potansiyeliyle ve politik islamın ideolojik bagajıyla türlü krizlerle başederek adım adım taşlarını döşedikleri rejim değişikliği tasavvurlarını taçlandırmak için çabalarını yoğunlaştırıyorlar. ‘Başkanlık rejimi’ ile birlikte, zaten uzunca bir süredir başlamış olan bütün toplumsal dokunun, gündelik yaşam alışkanlıkları ve davranış kalıplarının, ekonomik sistemin, eğitimin, siyasi yapının politik islamın bir yorumunun ideolojik referansları temelinde YENİDEN İNŞASI süreci bir hız kazandı.
Yepyeni bir durumla-ister 2010'la başlatın ister 2016 darbesiyle- karşı karşıyayız. Bu ‘yeniliği’ anlamak için muhtemel yanlış anlamaları ve teşbihteki hataları da hesaba katarak, 1979 islam devrimi ve sonrasında yeni rejimin inşası sürecinde yaşanılan İran deneyimiyle paralellik kurulabilir. Bu deneyimi köklü bir şekilde incelemek gerek. Bu anlama çabaları maalesef, ‘şeriat geliyor, İran gibi olacağız’ kısırlığının engelinden kurtularak tartışılmalı. Yoksa ne Türkiye İran, ne de 79'lar dünyasındayız. Hatırlanacağı üzere İran'da islami yeni rejim komünistlerden liberallere geniş bir ittifak yelpazesiyle işe koyulmuş, eski rejimin modern versiyonlarını-Bahtiyar, Beni Sadr- yedekleyerek başladığı sürece istisnasız bütün muhalefeti kısa zamanda tasfiye ederek devam etmiş ve nihayetinde İran rejimini hücrelerine kadar yeniden kurgulamıştı. Tıpkı onlar gibi bunlarda 'yepyeni' bir şey peşindeler. Özetle mesele basit bir parlamenter rejimden başkanlık sistemine geçiş ya da sistem değişikliği değildir. Köklü bir rejim değişikliğidir.
‘YENİ’ CumhuriyetinTemel Karakteristikleri
Kuşkusuz geride bıraktığımız 22 sene yeni rejimin hangi temel özelliklere sahip olacağı noktasında çıkarsamalar yapabilmek için zengin bir veri kaynağı sunuyor. İlkönce bu rejim, çok belli ki; sınırsız/sorumsuz tek adam orkestra şefliğine dayanan, yargı bağımsızlığının-olduğu kadarıyla da-, çeşitli denetim mekanizmalarının ortadan kaldırıldığı ya da etkisizleştirildiği, parlamento ve siyasi partilerin kenar süsü haline getirildiği, kişisel hak ve özgürlüklerin, basın özgürlüğünün yok edildiği, toplumun örgütlenme hakkının binbir türlü yolla engellendiği bir baskı rejimi oluyor. Öyle görünüyor ki, her vesileyle yaratılan, manipüle edilen ‘milli seferberlik, ülkemizin bekası ve milli teyakkuz’ hali kalıcılaştırılacak. Temel konular olan ‘dış tehditler, bölücülük ve terörizm’ manipülasyonlarının yanına, ‘yeni Türkiye yüzyılı’, ‘yeni maarif müfredatı’ kampanyaları gibi konjonktürel temalar da eklenerek artık sürekli seferberlik halinde tutulmaya çalışılacağız, bu açık.
Dış politika denilen alanın her türlü provokasyona açık içi kof bir hegemonyacı bakışla sürdürüleceği ve bu olgunun ‘dış düşmanlar’ temelinde süreklileştirileceği görünüyor. Öyle görünüyor ki bölgesel hegemonya peşinde koşma politikası tehlikeli sınırlara ulaştı. AKP-MHP ittifakı açısından süper hegemon güçler arasında amansız rekabetten yararlanarak oyun alanı yaratma çabaları giderek zayıflıyor ve iktidar hegemon güçler arasında seçim yapmaya daha fazla zorlanıyor. Kürt siyaseti ve Kürt demokratları/demokratik kurumlarına yönelik baskılar, hak arama yollarının hızla kapatılması ve yüzlerce yıllık hapis cezaları devletin bu konuda fabrika ayarlarına döndüğünü gösteriyor. Bir diğer temel alan olan eğitim ve bu alanda yapılan operasyonlar sonucu geldiğimiz durum da son derece açık. Eğitim kindar ve dindar nesiller yetiştirmek temel amacına göre ‘yeni maarif müfredatı programıyla’ ve bilcümle tarikatlar eliyle kurgulanıyor. Artık süreç başı açık öğretmen ve öğrencilerin taciz edilmesi noktasına vardı.
Toplumu bir arada tutan ideolojik kodların da ince bir çabayla yeniden kurgulandığına şahit oluyoruz. Giyimden kuşama, davranış kalıplarına kadar her şey yeniden kodlanıyor. Birbirimizi anlamlandırmakta son derece önemli olan ‘dilimiz’ değiştiriliyor. Yeni rejimin ekonomisinde cumhurbaşkanı ve etrafında oluşturduğu zümre devletinin çok etkin bir rol oynadığı net bir şekilde görülüyor. Devlet, bir süredir binbir yolla gerçekleştirilen sermaye transferinin en önemli enstrümanlarından biri. Bankalar, büyük şirketler karlarını katlayarak artırırken ezici çoğunluk derin, amansız bir yoksulluk yaşıyor. Bir çeşit korporatizmle-toplum çıkarlarının devletin ve büyük şirketlerin çıkarları anlamına geldiği- karşı karşıyayız. Belli ki devlet ekonomide etkinliğini kalıcılaştırmaya hazırlanıyor. Yeni rejimi kurumsallaştırma çabaları içindeler. Ne pahasına olursa olsun iktidarlarını muhafaza etmek tek dertleri. ‘Yeni’ anayasa tartışmaları da dahil parlamentoda el kaldırıp indirerek yapılan yasa/mevzuat değişiklikleri girişimlerini ve tabii ki mahfillerde hazırladıkları provokasyonları bu çerçevede ele almak gerekir. Yumuşama, normalleşme söylemleri daha mürekkebi kurumadan kendini tekzip ettiği halde yeniden yeniden gündeme getiriliyor.
‘Süreç tamamlandı, her şey bitti, geçmiş olsun mu’, tabii ki değil. Ancak şurası açık ki, bu süreci tersine çevirecek, eskimiş rejimin bu duruma gelinmesinden sorumlu yüklerinden de arınmış demokratik, devrimci, özgürlükçü alternatif, maalesef etkisiz ve inisiyatifsiz. Bu durumun orta/kısa vadede değişmesi mümkün mü? Bu konu umut, umutsuzluk, karamsarlık gibi kavramlar eşliğinde tartışılacak bir konu olmamalı. Ana iktidar gücünün 31 Mart yerel seçimlerinde 1. parti olma vasfını chp’ye kaptırmış olması kıpırdayan ve süreklileşen işçi mücadeleleri, demokratik kurumlarının bir türlü susturulamaması ciddi bir potansiyel muhalefet damarının göstergesi kuşkusuz. 31 Mart seçimlerindeki demokratik başarı sonrası sürecin düz bir çizgi halinde ilerleyeceğinin garantisi değildir. Üstelik başta ana muhalefet olmak üzere muhalefet, kitlesel demokratik potansiyelle bütünleşme konusunda mütereddit. Özellikle muhalefeti kitlelerin bağrına taşımak noktasında.
Akp mhp arasındaki çelişmelerin ve varsayılan çatışmaların da fazla abartılmaması gerekir. CBaşkanı bu çatışmayı kendi sorumluluğunu saklama görüntüsü yarattığını düşünerek de kullanıyor. Müttefikleri-mhp, hüdapar- dile getiremediklerini dillendiren bir rol de oynayarak ve sorumluluğun da üzerlerine yıkıldığı ve fakat her şeyin tartışılabildiği bir ortam yaratılmasına katkıda bulunuyorlar, aynı zamanda.
Ayrıca süper hegemon güçler arasındaki dünya çapındaki rekabetin giderek kızışması-3. Dünya Savaşı ihtimallerinin tartışılıyor olması noktasına gelinmiş olması- iktidarın önüne ne tür fırsatlar ve tehditler çıkarıyor, dikkate alınması gereken önemli bir diğer başlık.
Bitirirken, yeni rejimin inşasının, eski rejimin temel payandalarından MHP ile işbirliği ve ordunun gözü önünde sürmesinin de fazlasıyla ironik olduğunu belirtmek gerekiyor. Bu durumun yeni rejimin gerçek sahiplerinin bir avantajı mı, yoksa dezavantajı mı/zayıflığı mı olduğunu ayrıca tartışmak gerekiyor.
Yorumlar (0)