Akdeniz’in Şövalyesi: Malik Kaptan
Şövalyelik aslında bize uzak bir kavram değildir. Şövalyelerin adası olan Rodos, hemen dibimizdedir. Rodos Şövalyeleri, özellikle 15. Yüzyıldan itibaren adanın savunmasında üstün görevler üstlenmiş soylu savaş ustalarıydı. Adayı korumak, onların temel göreviydi ve bunun için özel olarak eğitilirlerdi. Yarımada insanı da yıllarca Rodos Adası ile ilişkisini sürdürmüş, hatta Rodos bir zamanlar bu bölgenin başkentliğini bile yapmıştı. Adanın Belediye Başkanlığını Datçalı ağalardan birinin yaptığını okumuştum.
Bizim Malik Kaptan’ın ailesi, yıllarca Akdeniz’in mavi sularında dümen kırmış, özellikle Rodos Adası’na gelip gitmiş; her türlü ihtiyaçlarını adadan karşılamışlardır. Şövalyelik ruhu, Rodos Adası’na özgü bir davranış biçimi olup, onlar yaşadıkları vatanı canları pahasına korumuşlardır. Malik Kaptan da Akdeniz’in mavi sularında doğdu ve havasını soludu. Ailesine olan çok kuvvetli bağlılığı, kardeşlerine olan tutkusu ve korumacılığı onu şövalyelik makamına çoktan yakıştırmıştı bile. Bana göre o, bu toprakların şövalye ruhlu adamıydı.
Malik Kaptan, eşi Barbara ve oğlu Murat'la... Malik Kaptan annesi, babası ve kardeşleriyle...
Kaptan Malik Hakkında Kısa Bilgiler
Annesi, Malik'i, Akdeniz’in masmavi sularında yıkamış gibiydi. Annesi onu, özgürlüğün bir başka adı olan Akdeniz’in sonsuzluğuna yelken açanların koruyucu meleği Afrodit’in apak sularında dünyaya getirmişti. O, mavi gözleriyle her yerde kendini belli ederdi; insanlar onu anlatırken öncelikle mavi gözleriyle tanımlıyordu. Akdeniz’in masmavi sularıyla boyanmış o çakmak çakmak gözler, sarı saçlarıyla daha da anlam kazanıyordu.
O, ailenin erkek çocuklarının en büyüğü idi. Erken yaşlarda kötürüm kalan, sonra da kaybedilen annesi yüzünden kendi hayatını kardeşlerine feda eden bir abi misyonu üstlenmişti. Artık o, kardeşlerine hem annelik hem de babalık yapacaktı. Nitekim gönlünü çalan Amerikalı sevgilisinin bile onu ailesinden ve kardeşlerinden koparamadığını bu yazıda dile getireceğiz.
Oysa ortada bir aşkın meyvesi vardı: Adı Murat olan gencecik bir filiz, iki farklı kültürde yetişmiş iki insandan dünyaya gelmişti. Barbara, Amerika’da sevgilisi Malik ile mutlu bir yaşam kurmayı hayal ediyordu. Ancak Malik, buradaki yaşama sadece iki sene dayanabildi. Annesi felç olmuştu ve aile perişan durumdaydı. Malik’in doğduğu bu topraklarda henüz bir sağlık memuru bile yoktu.
Bir yanda kapitalizmin merkezi Washington’un geniş bulvarlarında akıp giden hayat, öbür yanda ise yoksulluk, yoksunluk ve imkânsızlık vardı. Anne kötürüm olmuştu ve ona bakacak bir kurum bile yoktu. İnsanlar bu bölgede kendi kaderleriyle baş başa bırakılmış vaziyette öylesine yaşamaktaydı.
Hikâyeyi Tekrar Baştan Alalım
Kahramanımız Malik, 1960 yılında Yarımada’nın Betçe tarafındaki merkez köy konumundaki Cumalı’da doğar. Dört erkek çocuğun en büyüğüdür; ailede iki de kız evlat vardır. Malik’in ailesi köyde Pilavcı sülalesi olarak bilinir. İlkokulu Çeşme Köy’de bitirir. Sonra Bodrum’da lise eğitimine başlar ve liseyi de aynı ilçede bitirir.
Yüksek eğitim aklının ucundan bile geçmez. O yıllarda hayata atılmak zorundadır ve babasıyla beraber sünger avcılığına başlar. Gangava adlı tekneler, onların artık ekmek tekneleridir. Denizler, onlar için ölüm ya da kalım yuvalarıdır. Bir çuval kıtırak ile açıldıkları denizlerden günlerce dönmezler. Çok ilkel usullerle sünger avcılığı yaparlar; bir plastik hortum ile solunan, ölümün enselerinde kol gezdiği bir ekmek kavgasıdır bu. Ölüm, onlar için bedavaya gelen bir sondur. Nitekim kendi doğduğu köyde bile bu meslek yüzünden hayatları kötürüm kalmış insanları bugün bile tekerlekli sandalyelerinde görebilirsiniz.
Sünger avcılığı acımasız bir meslektir. Vurgunu yediğinizde sizi kurtaracak bir kurum yoktur buralarda. Bütün bunlara rağmen, o yılların geçerli akçesi olan bu meslekle ailesini doyurmak zorundadır Malik. Baba zaten yıllardır süngercilik işini yürütmektedir ve bu yüzden de erken yaşta çürüğe çıkmıştır. Bir yanda kendisi dâhil altı kardeş, diğer yanda ise kendi idealleri ve geleceğini kurma hesapları vardır. Bu yüzden hemen kaptanlık belgesi aldı. O yıllarda mavi yolculuk çok revaçtaydı; mavi sular turistleri çekiyordu.
Mavi Yolculukların Kaptanı Malik
Halikarnas Balıkçısı olarak tanınan ve Bodrum’a sürgün gelen Cevat Şakir Kabaağaçlı, teknesiyle Gökova Körfezi ve oradan da Palamutbükü kıyılarına kadar gelir, bölge insanlarıyla iyi ilişkiler kurarmış. Eskilerden rahmetli tüccar Faik Yavuz onu iyi tanırdı. Cevat Şakir’in bu yolculuğu, sonraki yıllarda Mavi Yolculuğa çevrildi. Özellikle Sebahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Şadan Gökovalı gibi ülkenin turizm elçileri sayesinde Mavi Yolculuk meşhur oldu.
Bizim Malik Kaptan da 1987 yılında mavi yolculuk turlarında teknenin kaptanıdır. Bembeyaz kaptanlık elbiselerinin içinde şapkası ve masmavi gözleriyle teknede müşterilerinin daima ilgisini çekmektedir. Aynı teknede rehber olarak çalışan Barbara ile kanları kaynar ve birbirlerine âşık olurlar. Nikâhları, Barbara’nın isteği üzerine Rodos Adası’nda kıyılır. Bu aşk meyvesini verir: Murat doğar. Sonra da ver elini Amerika.
Malik, Çeşme köyde çocukluğunu keçilerin arkasında dağ taş demeden koşarak geçirirken, birden kendisini yeni dünyanın başkentinde bulur. Oysa kendi yurdunda dağlar, denizler ondan sorulurdu; kimse de ondan hesap sormazdı. Şimdi ise karmaşık ve hızlı akan sokaklarda "kim kime dum duma" bir hayat vardır. Selam, merhaba yok; kimse kimseye bakmıyor. Gökyüzü bile maviliğini kaybetmiştir. Dükkânların, dev mağazaların mavisi onu hiç çekmedi. Oysa Akdeniz’in mavisi var ya, hiçbir şeye değişilmezdi. Mavi, sonsuzluk demekti; özgürlüğü de çağrıştırıyordu.
Bu caddelerde herkes koşuyor, hedefleri belli. "Hedef ne?" diye düşünür. Nereden bilsin ki, bu da bir ekmek kavgası. Oysa kendi yurdunda dağlar, vadiler, binbir çeşit kuşlar vardı. Elini sallasa ellisi gelirdi avuçlarına. Denize inse balık kaynıyordu. Her şey Malik’in yapısına tersti. Ne yapsın, yeni hayata alışacaktı. Koca sokaklar ve bu sokaklardan akan milyonlar... Bu milyonların içinde bir kum tanesi gibi sallanıp giden amaçsız bir yolcu gibiydi. Sokaklar yabancı, insanlar yabancı.
Bu keşmekeş içinde sürüklenirken bir de kardeşi Yusuf’tan aldığı haber geldi: Annesi rahatsızdı. Yusuf, bir de çok yakın arkadaşı Şahin Karacan’ın düğününden söz ediyor; köy meydanında sabahlara kadar oyun oynadıklarını söylüyordu. Bu acı yanında bir de düğün ve şölen... Birden kendini o muhteşem kalabalığın içinde Kerimoğlu Zeybeği oynarken buldu.
Karmakarışık düşünceler onu bir karar vermeye zorladı. Beş tane kardeşi bir yanda, öbür yanda da çok sevdiği eşi Barbara ve oğlu Murat vardı. Kocaman binalar, onlarca katlı çelikten gövdeler, betondan kaldırımlar, asfalttan yollar... Arabaların haddi hesabı yoktu. Benzin kokusu her yeri sarmıştı.
Dayanamadı, küçücük yuvasına döndü. Burası, doğduğu köydü ve hâlâ aile bağları güçlüydü. Kardeşlerinin ona ihtiyacı olduğunu derinden hissediyor ve bu sorumluluk onu oralardan koparmaya yetiyordu. Bu güçlü duygular, onu alıp getirdi. Kekliklerin ötüşünü özlemişti. Keklikler de Çat Tepe’den onu soruyorlardı çoktan beri. Soğuk Dağ’ın eteklerindeki keçi sürülerinin çanları bir başkaydı. Marin’in suyu gürül gürül akıyordu da, o sesi çoktan beridir duymuyordu.
Kısacası Malik, taşına toprağına hasret kalmıştı. Malik kardeşimizi 2016 yılında genç yaşta kaybettik. Işıklarda uyusun.
Yorumlar (1)
Bünyamin Sönmez
23 gün önce / 10.11.2025Malik Kaptan'ı rahmetle anıyorum. Kardeşleri de Malik Kaptan'ın izinden denizci oldular. Hatta Betçe'nin gençlerinede denizcilik ve gemicilik konusunda örnek olmuştur. Ardında güzel hatıraları kaldı yadigar. Işıklar yoldaşı olsun.
Beğendim 2 | Beğenmedim 0 | Cevapla