Büyümeyi tartışmanın zamanı gelmedi mi?

Yazar ve akademisyen, Anayasa Hukuku uzmanı Serkan Köybaşı Aposto.com'da yazdı: "Siyasal arenada her partinin farklı görüşleri ve politikası olsa ve hatta bu partiler neredeyse her konuda kavga etse de hepsinin üzerinde uzlaştığı bir konu var: Ekonomik büyüme. Peki ne pahasına?"

Büyümeyi tartışmanın zamanı gelmedi mi?

Siyasal arenada her partinin farklı görüşleri ve politikası olsa ve hatta bu partiler neredeyse her konuda kavga etse de hepsinin üzerinde uzlaştığı bir konu var: Ekonomik büyüme. Sadece Türkiye’de değil, dünya genelinde de büyümeyi tartışan, eleştiren veya büyüme karşıtı bir politika üreten önemli bir siyasal parti yok. Öyle ki komünist ve sosyalistler bile büyüme karşıtı bir söylem ya üretmiyor ya da üretmekten çekiniyor. 

Bununla birlikte, özellikle iklim değişikliğinin giderek şiddetlenmesi ve günlük hayatı etkilemeye başlamasıyla birlikte, köklü bir çözüm arayışında olanlar kapitalizme alternatif bir ekonomik düzene olan ihtiyacı daha güçlü şekilde seslendirmeye başladı. Bu kapsamda kapitalizmin temel unsuru olan büyüme de yoğun şekilde eleştirilmekte. Artık olgunlaşan bu tartışmanın akademik toplantı salonlarını terk etmesi ve sokağa çıkması gerekiyor.

Kapitalizmi özel yapan

İnsanlar dünya üzerinde 300 bin yıldan bu yana dolaşıyor. Bu uzun süre boyunca pek çok ekonomik sistem ürettik ve kullandık. Burjuvazinin ortaya çıkması ve ekonomik altyapıyı belirlemesi ise yalnızca 250 yıl önce oldu. Dolayısıyla, bugün dünya genelinde baskın ekonomik model olan kapitalizm, insanlık tarihiyle karşılaştırıldığında çok kısa bir döneme denk geliyor. Buna karşın, etkisi inanılmaz boyutta. 

Kapitalizmi tarihteki diğer tüm ekonomik sistemlerden ayıran özellik, daimi bir genişleme mantığı üzerine kurulu olması. Bu mantığın temelinde Adam Smith’in Milletlerin Zenginliği adlı kitabındaki düşünce yatıyor. Buna göre, bir ayakkabıcı, sattığı ayakkabılardan elde ettiği kârla yeni bir tezgah kurar; böylece hem daha fazla ayakkabı üretip satabilir hem de o tezgahta çalışacak birini istihdam eder. Buradan elde edeceği daha yüksek kârı yeni tezgâhlar almak için harcar; böylece piyasaya daha fazla ayakkabı arz eder ve daha fazla istihdam sağlar ve bu iş böyle gider. 

Bir başka deyişle, üretim ve sermaye birikimi arttıkça refah, mutluluk ve zenginlik de artar. Dolayısıyla büyüme, sermayenin en önemli emridir. Büyümeyen bir şirket rekabet edemez ve ayakta kalamaz. Aynı şey devletler için de geçerli. Feodal düzenden çıkılıp zenginlik toprakla değil de parayla ölçülmeye başlandığında modern ulus-devletler arasındaki yarış toprakların genişletilmesine değil, sermaye birikiminin artışına ve zenginleşmeye özgülendi. 

Büyümeyi hesaplamak: GSYİH

Devletler arasındaki bu zenginleşme yarışında kimlerin kazanmakta kimlerin kaybetmekte olduğunu anlamak için bir hesaplama yöntemine ihtiyaç vardır. Ekonomist ve istatistikçi Simon Kuznets tarafından 1934’te geliştirilen Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH), 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ülkelerin ekonomilerinin sağlığını ölçmek için temel araç hâline geldi. 

“Belli bir ülkede belli bir zamanda üretilen ve satışa sunulan ürün ve hizmetlerin toplam piyasa değeri” şeklinde tanımlanan GSYİH’nin yıllık %2-3 arasında büyümesi, bir ülkenin sağlıklı bir ekonomiye sahip olduğunu göstermekte. Bu hesaplama yöntemi, özellikle 2. Dünya Savaşı’nda yıkılan ve ekonomileri çöken ülkeler için önemli bir gösterge oldu. Nitekim, bu hesaplama yöntemi çerçevesinde pek çok ülkede yaralar sarıldı, insanların temel ihtiyaçları karşılandı ve refah arttı. 

GSYİH hesabındaki sorun

Bununla birlikte, devletler arasındaki GSYİH yarışı, yeterli refah seviyesi yakalandıktan sonra durmadı, artarak devam etti. Öyle ki sermaye birikimi ve üretim artışı artık insanların ihtiyaçlarının karşılanması veya toplumsal gelişim hedefinden bağımsızlaştı ve başlı başlına bir amaç oldu. Bir başka deyişle, sırf büyüme için büyüme yarışına dönüştü. Jason Hickel’in işaret ettiği üzere, bu sistemde büyüme, adeta totaliter bir mantığa büründü: 

  • Her endüstri, her sektör, her ulusal ekonomi belli bir varış noktası olmadan sürekli büyümeliydi.

Bu da elbette üretimin plansız ve sınırsız şekilde artmasıyla mümkün olabilirdi. Devletler, sanayicilerine “Ne üretirsen üret, yeter ki bir şey üret” mesajı verdi. Zira GSYİH’nin hesaplanmasında ürünün topluma yararlı olup olmaması önemli değil. 

100 dolarlık göz yaşartıcı bomba veya dikenli tel üretimiyle 100 dolarlık eğitim veya sağlık harcaması eşit şekilde GSYİH’e katkı sağlar. Yani GSYİH neyin üretildiğine ve o şeyin topluma yararlı olup olmadığına bakmaz, paranın el değiştirdiği her şey hesaba katılır. Örneğin bir trafik kazası dahi şahane bir şeydir çünkü kişi hem hastaneye hem de tamirciye para öder, hem hastane hem de tamirci kazanır, GSYİH büyür. 

Gereksiz üretim ve tüketim yarışı

Durum böyle olunca, neoliberal politikaların da etkisiyle, kişilere ve topluma hiçbir faydası olmayan, refahımızı artırmayan ve hatta azaltan, insanlara ve doğaya zarar veren üretim ve tüketim çılgınlığı başladı. Bunun ilk etkilerini gıdada gördük. Hem artan nüfusu besleyebilmek için hem de tarımdaki verim kaybını azaltmak için pestisit kullanımı inanılmaz şekilde yaygınlaştı. Şirketler bu zehirlerin kanserojen etkilerinin üzerini örttü, biz de görmezden geldik.

Artık her şeyin daha büyüğü üretiliyordu. Evlerin, arabaların, televizyonların boyutları akıl almaz boyutlara ulaştı. “Gerçekten bu kadar büyüğüne ihtiyacım var mı?” diye sorgulamadan “almamız gerektiğine” ikna edildik. Elektronik aletlerimiz eskiden yıllarca gidiyordu, ancak sonra bir baktık ki 2-3 senede bir değiştirmemiz gerekiyor. Çünkü ya modeli yeni yazılımı desteklemiyor ya içine yerleştirilen “planlı eskitme” nedeniyle çalışmayı durduruyor ya da o kadar dayanıksız malzemeden yapılıyor ki en küçük bir kazada artık kullanılamayacak şekilde hasar alıyor. 

Bu örneklerin de gösterdiği gerçek şu: Artık ne kapitalizm ne de GSYİH hesaplaması insanların ihtiyaçlarının karşılanması ve refahlarının artmasıyla ilgileniyor. Bilakis, ihtiyaçların karşılanması, tüketimi azaltacağı için GSYİH için bu kötü bir haber. Çünkü eğer ihtiyacım karşılandıysa artık o konuda bir tüketim yapmam. Tüketmezsem üretim düşer, üretim düşerse GSYİH azalır. O yüzden, kapitalizm ihtiyaçların karşılandığı değil, tersine karşılanmasının engellendiği ve sürekli yeni ihtiyaçların ortaya çıktığı bir ekonomik sisteme dönüşmüş durumda. 

Büyümenin doğa üzerindeki yükü

Bu amacından sapmış ekonomik sistem ve büyüme saplantısı, elbette, doğa üzerindeki yükü de inanılmaz boyutlarda artırdı. Öncelikle bir gerçeği görmek gerekiyor: kapitalist büyüme mantığı ekolojik bütün kurallara aykırı. Doğadaki hiçbir şey sınırsız büyümez. Zaten sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme diye bir şey de olamaz. Ekonomilerimiz sürekli ve sınırsız şekilde büyümeye devam ederse dünyadaki madenler, nehirler, göller ve diğer kaynaklar bir ara tükenecek. Bunu, 1972 tarihli “Büyümenin Sınırları” adlı rapordan beri biliyoruz.

  • Ancak bu basit gerçek uzun yıllardır göz ardı edildi ve küresel ekonominin giderek artan şekilde büyümesi, hammadde ve enerji kullanımını da devasa boyutlara çıkardı. Zira üretilen her bir ürün için belli bir miktar hammaddeye ve enerjiye ihtiyacınız var. Bu ürünlere özel jetler, dev SUV araçlar ve ultra lüks evler dahil olduğu kadar, ucuz tekstil, tek kullanımlık plastikler ve Labubu gibi geçici çılgınlıklar da dahil. 

Üstelik bu üretim ve tüketim çılgınlığının enerjiye olan ihtiyacı artırması fosil yakıtlara olan bağımlılığı ve dolayısıyla sera gazı salımını da artırıyor. Dünya genelinde yeşil ve sürdürülebilir enerjiye geçişte ilerleme sağlansa da bu, büyümeden kaynaklanan yeni enerji ihtiyacını karşılamaya yetmiyor. Bu nedenle fosil yakıtlardan çıkmak mümkün olmadığı gibi, iklim değişikliğinin geldiği bu aşamada dahi kömürle veya doğalgazla çalışan enerji üretim tesisi kurmak gerekiyor. 

Sırf büyümek için girişilen bu anlamsız ve zararlı üretim ve tüketim çılgınlığının yarattığı atıklar da ayrı bir sorun. Bu atıklar denizlerde ve karalarda hem doğal yaşamı hem de insan yaşamını tehdit etmekte. Bugün okyanuslardaki plastik miktarı toplam kirliliğin %80’ini oluşturuyor ve 2050’de denizlerdeki plastik sayısının toplam balık sayısını geçeceği hesaplanıyor.  

Büyüme kime yarıyor?

Üstelik büyüme, belli bir noktadan sonra insanların refahında da önemli bir artış sağlamıyor. Evet, kişi başına düşen gelirin belli bir noktaya kadar yükselmesi insanların refahını ve mutluluğunu artırıyor ancak o nokta geçildiğinde artık sıradan vatandaşlara bir yararı olmuyor. Örnek olarak, GSİYH’si çok yüksek olan ABD ve Birleşik Krallık’a bakılabilir. Buradaki sağlık ve eğitim sistemi GSYİH’si bu iki ülkeden çok daha düşük olan Finlandiya veya Costa Rika’dan çok daha geride. 

Bu konuda Türkiye de güzel bir örnek. Ülke ekonomisi uzun yıllardır düzenli olarak büyüyor. Peki düşünün, ekonomik anlamda 10 yıl öncesine göre daha iyi bir noktada mısınız, yoksa daha kötü mü? Hepimizin cevabı belli. Demek ki büyüme, belli bir noktadan sonra bize değil, %1’lik “belli bazı kesimlere” yarıyor. Onlar zenginleşir ve aklımızın almadığı o lüks ve şatafatlı hayatları yaşarken bize düşen, ihtiyaçlarımızı bir türlü karşılayamadığımız, birikim yapamadığımız, konut sahibi olma hayalimizin giderek uzaklaştığı ve üstelik havası, suyu, gıdası kirli, hastalıklarla boğuştuğumuz bir yaşam. 

Böyle bir ortamda hâlâ bütün siyasal partilerin büyüme peşinde koşması, hiçbirinin alternatif ekonomik sistemleri tartışmaması ve bizim de bu alternatifleri gündemimize almamamız mantıklı değil. Daha iyi ve sağlıklı bir hayatı ve geleceği hak ediyoruz.

İhtiyaçlarımızın karşılandığı, durmadan çalışmadığımız, kendimize ve sevdiklerimize zaman ayırabildiğimiz, eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçların ücretsiz olduğu ve tüm bunlar olurken de refah ve mutluluğumuzun arttığı bir ekonomik sistem mümkün. Bunun nasıl olabileceği gelecek yazının konusu. 

 

Serkan Köybaşı kimdir?
Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Hukuku Anabilim Dalı Başkanı, Hayvan ve Doğa Hukuku Laboratuvarı Direktörü. 2005 yılından bu yana Bahçeşehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi akademik kadrosunda olan Köybaşı'nın ifade özgürlüğü, vicdani ret, hayvan hakları, doğanın hak özneliği ve iklim değişikliği hukuku gibi konularda makaleleri ve tebliğleri bulunmaktadır. 2023 yılında doçentlik eseri olarak “İklim Değişikliğine Karşı Yeşil Anayasalcılık” başlıklı bir kitap yayınlamıştır.

 

Kaynak ve Teşekkürler: Aposto.com ve Serkan Köybaşı

Yayına hazırlayan can çınar

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış