İnsanın doğayla, insanın insanla ilişkisi radikal değişikliğe uğratılmadan aracın rotasını, şeylerin seyrini değiştirmek mümkün değil. Doğayı korumak demek, biz doğanın dışındayız demek, oysa biz insanlar doğanın dışında değil, doğayız. Bizim dışımızda bir doğa var da onu koruyacağız diye bir şey yok! Eşzamanlı olarak toplumsal yaşamımızı ve doğayla ilişkimizi dönüştürmemiz gerekiyor.
İnsan alet yaratabilen bir hayvan. Aslında onun bu özelliği, bu yeteneği, “insanlaşmasını” da mümkün kıldı ama kapitalizm çağında teknoloji bir yıkım ve yok etme aracına dönüştü. Artık her teknolojik yenilik daha büyük yıkım demek ama insanlar modern teknolojiden büyülenmiş durumda. Rahatsız edici bir teknoloji hayranlığı var. Yaklaşım özetle şöyle: Sorun mu var, mesele yok, teknoloji çözer. Aslında kapitalizm dahilinde her teknolojik yenilik, daha büyük doğa yıkımı/katliamı demek. Kapitalizm sınırsız büyüme, genişleme, yayılma eğilimine ve dinamiğine sahip bir sistem. Oysa etik, sınır demektir. Potansiyel olarak yapılabilir olandan sakınmaktır. Etik kaygılara yabancılaşmanın son derecede olumsuz sonuçları var. Sınırlı bir Dünya’da sınırsız büyümeyle nereye…
Emet Değirmenci:
Kapitalizm yaşayan her varlığı nesneleştirip yaşamaz bir atık (ölü) hale getiriyor ya da sizin deyiminizle bir kadavra medeniyeti yaratıyor. O halde gerek insan ve gerekse doğada yaşayan canlılar temelinde doğanın tüm canlı ve cansız varlıklarıyla (hatta litosfer ve biyosferiyle) bir kozmik ekolojik restorasyon nasıl sağlanabilir? Türcülüğe karşı çıkarken bu yaşayan ve yaşamayan kısmına ben çok takılıyorum. Çünkü ekolojik restorasyonda, örneğin Çernobil’in yok ettiği yerlerin nasıl yaşar hale getirileceği üzerine çalışmalar yapılıyor ve doğa uzun sürede de olsa yanıt verebiliyor. Kısacası bugün yaşamayan olan yarın yaşar hale getirilebilir. Zaten bazı arkeolojik veriler de bize bunu gösteriyor. Örneğin yıllar öncenin fosilleşmiş bağ çubuğundan o kaybolmuş üzüm türü üretilebiliyor. Doğa kendi içinde uygun koşullar olduğunda bu yaşatma potansiyelini taşıyor. Zaten bize umut veren de bu sanırım. Yeniden o canlılığa yardım etmek ise insana düşüyor. Elbette her şeyin çaresi var, o halde dert etmeyelim, ölen ölür zaten, kader ya da doğal seleksiyon da var demek de istemiyorum. Burada insanın sadece kendi varlığı değil, çevresinde ona destek olan diğer varlıkların devamını istemesinde de bir insan merkezli bakış açısı yok mu? Son yıllarda tüm dünyada her ne kadar doğanın da hakları vardır diye ekokırım konusu gündeme getiriliyor olsa da bir nehrin, bir ormanın bir dağın insan canlısı kadar hakkı olmalı desek de, buna etik değerleri olan insan karar veriyor. O halde insani etik değerler önemli. Diğer varlıkların haklarını da insan dile getirebileceğine göre insanın kendine çeki düzen vermesinden umudu kesmememiz mi lazım? İnsan kibirsiz saygın bir özne haline tekrar nasıl gelecek? Can çekişen bu etik değerli insanı ve kültürünü nasıl yaygınlaştırabiliriz?
Fikret Başkaya:
Kapitalizm insanlığın ve uygarlığın “normal hali” değil, temelli bir sapma. Araçlarla amaçlar tersyüz olmuş durumda. Kapitalizm dahilinde üretimin “birincil”, “asli” amacı insan ihtiyaçlarını karşılamak değil, piyasada satmak üzere meta üretmektir. İhtiyaçların tatmini piyasa dolayımıyla gerçekleşiyor. Oysa ilişkinin yönünün ihtiyaçtan üretime doğru olması gerekirdi. Bu durum, periyodik (konjonktürel) krizlerin de nedeni. İkincisi, doğa-toplum-ekonomi ilişkisi de problemli. İlişkinin yönünün doğadan topluma, toplumdan ekonomiye doğru olması gerekirken, kapitalizm dahilinde ekonomi-toplum-doğa şeklinde tezahür ediyor. Para ekonomiyi, ekonomi de siyaseti belirliyor… Üçüncüsü, sınırsız büyüme, yayılma, genişleme sayesinde var oluyor. Etik değerlere, kaygılara yabancılaşmış bir sistem. Sınırsız üretim de doğa-toplum metabolizmasını zora sokuyor. Dolayısıyla kapitalizmin kendini yenileme ritmiyle, doğanın kendini yenileme ritmi arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor. Son dönemde “dünya limit aşımı” diye ölçü oluşturuldu ki, doğanın bir yılda yarattığı yeni kaynağı insanların ne kadar zamanda tükettiğini ifade ediyor. Mesela geçen yıl “dünya limit aşımı günü” 2 Ağustos’tu ki bu, yılın beş ayını doğaya borçlu geçireceğiz demek. Bu uyumsuzluğu aşmak kapitalizmden çıkmadan mümkün değil. Zira kapitalizm ehlileştirilebilir, insafa gelebilir, reforme edilebilir bir sistem değil. Esasen hiçbir üretim tarzı reforme edilebilir değildir. Her üretim tarzı belirli bir mantığa göre işler ve mantığın dışına çıkınca da sistem olmaktan çıkar. İnsanın insanla, toplumun doğayla uyumu sağlanmadan doğanın kendini tamir etmesi mümkün olmaz.
Emet Değirmenci:
İnsan doğaya yabancılaşmaya başlarken, doğal varlıkları kullanım ve değişim değeri olarak ikiye ayırırken doğayı nesneleştirmeye başladığına göre (buna I. Doğa’dan II. Doğa ya geçiş de diyebiliriz) kültürü ortaya çıkardı ve doğa-kültür ikilemi başlatıldı. İnsan zamanla kendine uygun yaşama koşullarına göre tohumları ve hayvanları 15 bin yıl önce evcilleştirirken sorumluluk almayıp ekosistemdeki yerini anlayamaz hale getirdi. Burjuva iktisatçılar buna insan arzu ve ihtiyaçları sonsuz dedi. Ama doğanın kaynakları sınırlı demedi. Doğa hep nesne olarak orada sonsuz kaynak sağlayan depo olarak görüldü. Oysa daha Antroposen betimlemesi telaffuz edilmeden de biz toplumsal ekolojistler insan merkezli yaşama eleştiri getiriyorduk. Ancak şimdi bıçak kemiğe neredeyse dayanmış durumda. Artık sadece küresel iklim ısıtmayla yüz yüze değiliz. Aynı zamanda ütopyalar da tükenmiş gibi görünüyor. Her şeyi mühendislik harikaları ve yeşil teknolojilerle çözeceğini sanan hâkim bir anlayış var. Bu yeşil badanalı kapitalizm şimdilerde Mars gezegenini (gelecekte belki başkalarını da) parselleyip pazarlamaya soyunuyor. Bir başka deyişle yapay zekâya umut bağlamış bir insanlıkla umudunu tekrar nasıl yeşerteceğiz?
Fikret Başkaya:
İhtiyaçlar sonsuzdur tekerlemesi, sınırsız üretimi meşrulaştırıp dayatmak üzere peydahlandı. Her şeyin sınırlı olduğu bir dünyada ihtiyaçlar niye sonsuz olsun? Yeşil teknoloji retoriği, kapitalizme “yeni değerlenme” alanları açmanın aracı. Bu dünyada “yeşil teknoloji” diye bir şey mümkün değildir. Sermaye her tökezlediğinde, kendini yeniden üretmekte zorlandığında bir ‘yenilik’ peydahlayarak yeni değerlenme alanlarına, ürünlere, dolayısıyla yeni piyasalara kavuşuyor. Petrol ve doğal gazla değil de elektrikle yol alan arabaya “temiz araba” diyorlar. Bir kere benzin-mazotla değil de elektrikle yürüyen araba için daha çok kaynak harcamak gerekiyor. Üretim aşamasında harcanan gaz emisyonu göz ardı ediliyor. Eğer bu dünyada nasıl “temiz savaş” diye bir şey mümkün değilse, “temiz araba” diye bir şey de mümkün değildir. Elektrikle çalışan arabaya “temiz araba” diyorlar. Arabanın deposunu benzin mazot, likit gazla doldurmak yerine, bataryaya elektrik yükleniyor. Bu durumda atmosfere daha az karbon gazı karışıyor. Fakat nüanse edilmesi gereken bir şey var, zira arabanın neden olduğu karbon gazı emisyonu sadece araba yol alırken ortaya çıkmıyor. Bir arabanın neden olduğu karbon gazı emisyonunun %56’sı arabanın üretim aşamasında, %4’ü araba hurdaya çıkıp sökülünce, %40’ı da araba çalışırken ortaya çıkıyor. Birinci sorun bu. Fakat daha önemli bir sorun var ki, o da arabanın bataryasına yüklenen elektriğin nasıl üretildiğiyle ilgili. Eğer bataryaya yüklenen elektrik termik santrallerden geliyorsa, temiz araba “kirlenmiş” oluyor. Bu durumda elektrikli araba benzinle, mazotla çalışandan daha çok karbon gazı emisyonu yapıyor. Üstelik batarya üretimi kobalt, lithium, neodim, grafit gibi değerli ve kıt madenlere dayanıyor.
Yorumlar (0)