Kendimi bildim bileli, bu ülkede “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyacımız olan günler”den geçeriz hep. Neredeyse elli yıldır her ölümlü vukuat sonrası dinleriz bu duyuruyu “devletlû âli”den. Her defasında “EN” çok ihtiyacımız olduğundan artık hangisinin daha “en” olduğu tartışma götürür oldu; demek ki her defasında bir sonraki felaket bir öncesinin yerine geçerek onu aşıyor ve hep daha fazla “en” oluyor bu ihtiyaç. Son olarak, başkentte, savunma sanayinin gözdesi, ülkenin en değerli teknoloji merkezine yapılan silahlı ve bombalı saldırının ardından, anladık ki; önceki onlarca, hatta belki de yüzlerce toplu kırım sonrasında ihtiyacımız olandan çok daha fazla ihtiyacımız var gene o birlik ve beraberliğe…
Yanlış değil elbette… Dünyanın her ülkesinde, tarihin her zaman diliminde halklara korku salan (ki tam da budur dillere pelesenk olan “terör” teriminin karşılığı) her ölümcül, kıyımcıl saldırıyı durdurmanın tek yolu, o coğrafyadaki insanların üzerinde ortaklaştığı değerler oldu bugüne kadar.
11 Mart 2004’te, İspanya’nın başkenti Madrid’in göbeğinde, Atocha garına yaklaşmakta olan bir trende, genel seçimlerin 2 gün öncesinde, bir bomba patladı. 191 ölü, 1800 civarında yaralıydı patlamanın bilançosu. Olayın üstünden henüz birkaç saat geçmişti ki, zamanın başbakanı, sağcı Halk Partisi’nin başkanı José María Aznar patlamanın sorumluluğunu İspanya’nın “geleneksel teröristi” BASK bölgesinin ayrılıkçı örgütü ETA’ya yıkan bir konuşma yaptı. Ama korkusu, öfkesine karışmış Madrid halkı için doyurucu bir suçlama değildi bu alelacele yapılmış resmi açıklama. Aynı gece ve izleyen 2 gün boyunca, cep telefonlarının kısa mesaj servisleri, siyasi görüşleri, etnik kökenleri ne olursa olsun, tüm İspanyol yurttaşlarının “gerçeği söyle!” mesajlarıyla kilitlendi. (O yıllarda ne facebook, ne de twitter vardı). Sonrasında El Kaide tarafından üstlenilen, failleri, planlayıcıları ve destekçileri de yakalanan patlamanın ardından, 1,5 milyon İspanya yurttaşı korkusuzca, “gerçeğin peşinde” yürüdü Madrid caddelerinde. Olaydan iki gün sonraki seçimlerde, anketlerde önde görünmesine rağmen, Aznar seçimi açık farkla kaybetti. Politik rant devşirme uğruna söylediği “yalan”ı İspanya halkı affetmedi; çünkü “gerçek” her şeyden değerliydi ve İspanya’nın yurttaşlarını birleştiren bir değerdi. Yalanı affetmeyen İspanya halkları, yıllarca ayrılıkçı şiddetin kurbanı olmuşken, bugün gerçeğin peşinde barışı yaşıyor. [1
13 Kasım 2015 gecesi, Fransa’nın başkenti Paris kana bulandı. [2] İŞİD’in cihatçı militanlarının 6 ayrı noktada yaptığı silahlı ve bombalı saldırılarda bir gecede 140’a yakın kişi hayatını kaybetti. Katliamı izleyen günler boyunca Paris halkı sokaklarda korkuya karşı “tricolor”un (tricolor=üç renk) etrafında birleşti. Sosyal medya hesaplarında profiller, bir zamanlar Kieslowski’nin “üç renk” üçlemesinde olduğu gibi, “mavi”, “beyaz” ve “kırmızı”ya büründü. Çoğumuzun sandığının tersine, “üç renk” Fransa için ulusal bir bayraktan çok ötede “evrensel” bir anlam taşır. 1789 Fransız Devrimi’nin sloganı, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” üçlemesinin rengidir “tricolor”. Bu üç tarihsel kavram, iki yüzyıldır sadece Fransa’nın değil, tüm uygar dünyanın üzerinde ortaklaştığı insanî bir değer hâline geldi.
Yüzyılın başında, Osmanlı’nın son dönemlerinde, İttihat Terakki’nin de kuruluş ilkesi ve 1908 devriminin sloganı da gene bu üç renkten çıkmıştır: “hürriyet – müsavat – uhuvvet - adalet”. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, emperyalist işgal altında, yenilmiş bir imparatorluğun küllerinin ardından ulusal kurtuluş hareketini ateşleyen ve devamında doğan cumhuriyetin habercisi de Anadolu halklarının üzerinde birleştiği bu düşünsel ilke ve değerlerden başka bir şey değildir: Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik.
Ardından, Birinci Dünya Savaşı sonunda, Çanakkale’yi savaşarak geçemeyen İngiliz sömürgeciliği Mondros ve Sèvres ateşkesiyle kuzu kuzu boğazları geçip İstanbul’a yerleşti. Devamında, 1789 Fransız devriminin ve 1908 Osmanlı Meşrutiyetinin rüzgârını arkasına alıp Cumhuriyet Türkiye’sini yaratan Kuvayı Milliye hareketinin tüm Anadolu halklarını sömürgeci işgale karşı birleştirici gücü gene bu üç renkle sembolize edilen evrensel ilkelerin “bağımsızlık” hedefiyle somutlaşması oldu. 1919’da Samsun’dan başlayan, bütün Anadolu’yu örgütleyerek, Ankara’da yeni meclisin kurulması, 1921 anayasası, bağımsızlık savaşının zaferi ve cumhuriyetin ilânına kadar geçen süre, dünyanın en tarihsel coğrafyasında yaşayan halkların tüm farklılıklarıyla “birlikte” evrensel ve insansal erdemlerin etrafında birleşmesinin eseridir. Elbette ki bu “erdemli birlik ve beraberliği” güce dönüştüren bir “birleştirici ve güçlü liderlik” sayesinde.
Geldik bugüne… 100 yıllık Cumhuriyet macerası 600 yıllık Osmanlı mülkünün paylaşımıyla geçti. Anadolu’nun kapitalistleşmesi için egemenlerin muhtaç olduğu sermaye birikiminin yaratılması iktidar olsa da olmasa da hükümetlerin her zaman ilk görevi oldu. Bu uğurda her yol mübâh oldu, nice canlar pahasına. Yitip giden her canın ardından egemenlerin dilinde hep bir “ama” ezberi var oldu… ve hep “milli birlik ve beraberliğe” muhtaç olduk…
Hrant Dink bir gündüz vakti İstanbul’un göbeğinde vurulduğunda, yakalanan katili bayrak önünde gülerek poz verirken “ama o da ermeni” mesajını yayıyordu cümle âleme; ardından görülmedik bir yürüyüşe tanık oldu İstanbul caddeleri, “kardeşliğine sahip çıkamamış halkların utancıyla” hakikat olan “erdemli” birlik ve beraberliği hatırladı.
Roboski’de bu ülkenin öz çocukları kendi ordusu tarafından bombalandığında önce “ama terörist” sonra “ama kaçakçı” ilân edildiler. Suriye sınırında, Reyhanlı’da bombalar patladığında yitip giden 52 can, ardından gelecek katliamların da habercisi oldu, çünkü gene milli birlik ve beraberliğimize “kasteden düşmanlar” harekete geçmişti bile çoktan. Gezi’de Türkiye yeniden hatırladı “özgürlük, kardeşlik, eşitlik ve dayanışma” değerlerini, üstelik “parasız, devletsiz bir yaşam” deneyimini yaşadı bir nesil Taksim’in göbeğinde. O gün bugündür hiçbir şey eskisi gibi olmadı artık. “Evrensel” olanın yarattığı tehlikeli(!) dayanışmanın önüne geçmenin tek yolu daha fazla ölüm ve ölümler üzerinden daha fazla ayrımcılık oldu. İstanbul ve İzmir’den kalkıp, Kobane’ye kardeşlik dayanışmasını götüren gençler Suruç’ta öldüklerinde “ama o çocukların ne işi vardı orada” dedi kimileri, oysa orası da bu ülkenin toprağıydı, Bodrum kadar, Çeşme kadar. Ankara’da barış mitingine giderken ölenler “ama onlar da terörist” ilan edildi ve üstelik “milli” bir maçta, Nasreddin Hoca ve Mevlana gibi iki evrensel değeri çıkartan topraklarda yuhalandılar, çünkü ölenler “yerli ve milli”, “iktidardan yana” yani “biz”den değildiler…
…ve elbette gene en çok “milli birlik ve beraberliğe” ihtiyaç olduğumuz günlere geri geldik…
Oysa bu coğrafyanın tarihi, bu toprakların “en yerli” kadim halklarının “erdemli birlik ve beraberliklerinin” yaşamdan yana insanlık zaferleriyle dolu. Faili ve sorumlusu kim olursa olsun, üzerlerine salınan şiddetle yaratılmak istenen korkunun üstesinden gelebilen halklar, bunu ancak ve ancak üzerinde BİRleşebildikleri kâdim ve evrensel insanî değerlerle, erdemle başardılar.
Erdem… Peki nedir “erdem” ve “erdemlilik”?
Yeni Türkçede “erdem”, eski Türkçede “fazilet” diye tanımlanan bu kavram, insanlığın düşünce tarihi boyunca “yaşamın anlamı nedir?” sorusuna düşünürlerin verdiği ortak bir yanıt olmuş. Antik yunandan bu yana, doğudan batıya, bu soruya cevap arayan tüm düşün emekçilerinin üzerinde birleştiği sonuç “erdemsiz mutluluk olmayacağı” tezi. Ahlak felsefesinin, ya da ahlaklı olmanın da hep birinci şartı olmuş “erdemli” olmak.
Sokrates’e (M.Ö. 399) göre “tek kesinlik’tir ‘erdem”, Platon (MÖ 427 - MÖ 347) “ancak bilgi sahibi olan erdem sahibi olur” der, Spinoza (1632 – 1677) “akla uygun davranmak” olarak tanımlar, Hegel (1770 – 1831) “varlığın bilinci” diye tamamlar, Kant (1724 – 1804) da erdemin “bir akıl işi” olduğunda ısrar eder.
“El Medinetü'l Fazıla” (Erdemli Şehir) Farabî’nin (872-950) ütopyasıdır; mutluluğa erişmek için elele veren topluma “erdemli toplum”, bunun için elbirliğiyle çalışan dünyaya da “erdemli dünya” der. Böylece, erdemli bir toplumdan “erdemli bir dünya devleti"ne ulaşılır onun ütopyasında.
Anadolu topraklarının en değerli düşünürlerinin, âşıklarının düşünce öncülü sayılan, tasavvuf önderi Hacı Bektaş-ı Velî (1209-1271) “her ne ararsan kendinde ara” derken “insanın insan olması”nın erdemini öne çıkartır.
Mevlana (1207-1273)’nın, başta Mesnevi olmak üzere çeşitli eserlerinde yaptığı yüzlerce öğüt arasından seçip ayırdığı ve özellikle vurguladığı o ünlü 7 öğüdü bir “evrensel erdemler listesi” olarak kabul edilir tüm dünyada:
Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol.Şefkat ve merhamette güneş gibi ol.Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol.Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol.Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol.Hoşgörürlükte deniz gibi ol.Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol.
Avrupa’nın engizisyon karanlığında kör olduğu bir çağda, tarihin en kadim halklarının ortak yurdu Anadolu toprakları insanlık erdemlerini büyütmekle meşguldü. O zenginliğin bilgelerinden biri de, damadına “Ey Oğul! İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diye öğütleyen Şeyh Edebâli (1206 - 1326) oldu. Bu öğüdün muhatabı Osman Bey Anadolu topraklarının zengin din, inanç, etnisite çeşitliliğini evrensel ve insani olanın erdemiyle birleştirebildiğinde yüzyıllar boyu sürecek “Anadolu’nun kardeşliğini” yaratabildi. Bir kör iktidar uğruna, kardeşliğin düşmanlığa dönüştüğü 600 yıl sonrasında, İttihatçı orduların Enver-Talat-Cemal Paşalarının ırkçı-turancı, ayrımcı politikalarıdır Osmanlı’nın da sonunu getiren.
Atatürk, cumhuriyetin ardından, 14 Ekim 1925'teki İzmir ziyaretindeki konuşmasında "Sultanlık korku ve tehdide dayalı bir idaredir. Oysa cumhuriyet fazilettir" derken, altı asırlık imparatorluğun sonuna doğru anayasal bir rejime evrilmiş olsa bile, monarşik bir yönetimle cumhuriyetin arasına “erdem” ayrımını koymuştu. Atatürk’ün cumhuriyet düşüncesine ulaşmasındaki esin kaynağının Montesquieu (1689-1755) olduğu bilinir. Atatürk daha çocuk yaşlarda, Selanik Askerî Rüştiyesinde okurken, Fransızca derslerinde tanışmıştı Fransız devriminin özgürlükçü öncüleriyle. Cumhuriyet düşüncesi somutlaştıkça da anayasa hukuku okumalarında tanıştığı ünlü “Kanunların Ruhu” ve “İran Mektupları” yapıtlarında Montesquieu cumhuriyet rejimini “erdem” olarak nitelendirir. Fransız devriminin ünlü düşünürü, daha 200 yıl önce, cumhuriyet yönetiminin temelinde yatan ilkeyi “erdem”, monarşinin temel ilkesini “onur”, despot yönetimlerinkini de “korku” olarak tanımlamıştır. Demokratik ya da aristokratik de olsa, cumhuriyetin temel ilkesi erdemdir. Erdem ise özveri, yasalara saygı ve yurt sevgisidir. Bunlara ek olarak, demokrasi eşitlik ilkesi üzerinde kurulmuştur. Bunun korunması için de zenginliğin eşit paylaşımı zorunludur.
Anadolu’nun bu engin ve erdemli tarihine rağmen, aynı toprakların türküleri egemenlerinin erkini korumak adına, halklarına yaşattığı kıyım ve katliamların acılarıyla dolu, ne yazık ki! Osmanlı’nın son dönemleri ve sonrasında, geç kapitalistleşen Anadolu coğrafyasında milliyetçi ideolojiler, dolayısıyla da ayrımcılık, hükümetler için her türlü zulmü meşrulaştıran bir gerekçe oldu. İktidarların halka karşı ekonomik ve sosyal politikaları sonunda düştükleri çukurda boğulmamak için sarıldıkları bir can simidi oldu kurgulanmış “yerli ve milli” hasletler. Oysa, ellerine geçen her fırsatta yeni düşmanlar yaratmak zorunda olan egemenler için “millîlik” hiçbir zaman sağlanamayacak bir koca yalandır, çünkü statüko paranoyaktır, hep “barbarları bekler”[3], Kavafis’in dizeleriyle, gerçekte olmayan ve asla gelmeyecek olan barbarları… ve hep, her zaman “yerli ve milli birlik ve beraberliğe” ihtiyaçları vardır; asla ulaşılamayacak olan, asla var olmayan, çünkü sadece o “ihtiyaç”tır egemenliği sürdürecek olan.
Daha fazlası için…
[3] BARBARLARI BEKLERKEN
Neyi bekliyoruz böyle toplanmış pazar yerine?Bugün barbarlar geliyormuş buraya.Neden hiç kıpırtı yok senatoda?Senatörler neden yasa yapmadan oturuyorlar?Çünkü barbarlar geliyormuş bugün.Senatörler neden yasa yapsınlar?Barbarlar geldi mi bir kez, yasaları onlar yapacaklar.Neden öyle erken kalkmış imparatorumuz,şehrin en büyük kapısında neden kurulmuş tahtına,başında tacı, törene hazır?Çünkü barbarlar geliyormuş bugün,onların başbuğunu karşılamaya çıkmış imparatorumuz.Bir de koca ferman hazırlatmışona rütbeler, unvanlar bağışlayan.İki konsülümüzle yargıçlarımız neden böyleişlemeli, kırmızı kaftanlar giyinip gelmişler?Neden böyle yakut bilezikler, parlak,görkemli zümrüt yüzükler takınmışlar?Ellerinde neden böyle altın,gümüş kakmalı asalar var?Çünkü barbarlar geliyormuş bugün,onların gözlerini kamaştırırmış böyle takılar.Ünlü konuşmacılarımız nerde peki,neden herzamanki gibi söylev çekmiyorlar?Çünkü barbarlar geliyormuş bugün,onlar pek aldırmazlarmış güzel sözlere.Neden bu beklenmedik şaşkınlık, bu kargaşa?(Nasıl da asıldı yüzü herkesin!)Neden böyle hızla boşalıyor sokaklarla alanlar,neden herkes dalgın dönüyor evine?Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi.ve sınır boyundan dönen habercilere göre,barbarlar diye kimseler yokmuş artık.Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.Constantino KAVAFİS - Çeviri: Cevat ÇAPAN
Yorumlar (0)