Hicri İzgören
Ankara’nın puslu göğü altında, 10 Ekim sabahı, barışın nağmeleri yükseliyordu meydanda. Kalabalık, umutla dolu adımlarla akın etmişti; ellerde renkli pankartlar sallanıyor, dudaklardan coşkulu şarkılar dökülüyordu. Tren garının eski taşları, yılların yükünü sırtlamışken, ansızın bir gök gürültüsü gibi yırtıldı hava. Patlamanın şiddetiyle toz bulutları yükseldi, çığlıklar karıştı rüzgara. Kan, soğuk betona sızdı; hayatlar, kırık cam parçaları gibi dağıldı etrafa, paramparça oldu. Saymadım bu kaçıncı katliam.
Anadolu'da katliamlardan geriye kalanları "kılıç artığı" diye tanımlarlar. Kılıçtan geçirilenlerden arta kalanlar, ruhsal olarak kılıçtan geçenlerdir. Her katliam toplumsal ruhu kılıç artığına çevirmektedir. Bedenlerimiz Gar, Suruç, Gazi, Madımak Katliamının kılıç artığıdır.
Her toplum, geçmişinin derin yarıklarında gizlenen acılarla şekillenir. Zamanın akışında, nesiller boyu taşınan yükler, kolektif hafızanın temel taşlarını oluşturur. Bu yükler, sadece tarih kitaplarının tozlu sayfalarında değil, günlük hayatın ritminde, kültürel motiflerde ve hatta sessiz bakışlarda yankılanır.
Düşünün bir an: Dağların eteklerinde, eski bir köyde yaşayan insanlar. Dedeleri, bir gecede yok edilen ailelerin hikayelerini fısıldar kulaklara. O hikayeler, masal gibi anlatılır ama gerçeklikleri keskindir. Çocuklar, bu anlatıları dinleyerek büyür; korkuyla karışık bir gurur duyarlar içlerinde. Toplum, bu katliamların artığı olarak var olur – kalanlar, hayatta kalanlar, parçalanmış hayatlarını yeniden kuranlar. Onlar, enkazdan yükselen yeni bir yapıdır; ama temelleri çatlaktır, her sarsıntıda hatırlatır kendini.
Yaralar, görünmez bağlarla birbirine bağlar insanları. Bir toplumun yaralısı olmak, sadece fiziksel izler taşımak değildir; ruhun derinliklerinde, nesilden nesile aktarılan bir sancıdır bu. Bir savaşın ardından, şehirler yeniden inşa edilir, yollar döşenir, binalar yükselir. Ama o binaların altında, gömülü hatıralar vardır. Bir anne, çocuğuna ninni söylerken, sesinde eski bir ağıtın tınısı gizlenir. Bir baba, oğluna hayat dersi verirken, gözlerinde geçmişin hayaletleri dolaşır. Bu, kolektif bir travmadır; herkesin paylaştığı, kimsenin tam olarak unutamadığı. Tarih, katliamların döngüsünü kaydeder. İmparatorluklar yükselir ve çöker, sınırlar değişir, ama insan doğasının karanlık yanı değişmez. Bir kıtada soykırımlar yaşanırken, başka bir kıtada kölelik zincirleri kırılır – ama kırılan zincirler, yeni bağlar doğurur. Toplumlar, bu deneyimlerden damıtılmış bir özle var olur; artıkları, yani kalan parçaları, yeni bir bütün oluşturur. Bu bütün, kusursuz değildir; çatlaklarla doludur, kırılganlıklarla örülüdür.
Peki, bu yaralar nasıl iyileşir? Zaman mı, adalet mi, yoksa unutuş mu? Bazıları der ki, hatırlamak iyileşmenin anahtarıdır. Anıtlar dikilir, müzeler açılır, törenler düzenlenir. Her yıl, belirli bir günde, kalabalıklar toplanır; mumlar yakılır, isimler okunur. Bu ritüeller, toplumun yaralarını sarmaya çalışır; ama bazen, sadece yüzeysel bir kabuk oluşturur. Derinlerde, sancı devam eder. Bir genç, atalarının acısını sırtında taşır; belki öfke olarak, belki umut olarak dönüştürür onu.
Kültür, bu artıklardan doğar. Hikayeler, şiirler, şarkılar… Bunlar, katliamların gölgesinde filizlenir. Bir yazar, kalemini kana batırır gibi yazar; kelimeleri, sessiz çığlıklara dönüşür. Bir müzisyen, notaları acıyla yoğurur; melodileri, unutulmuş ruhları çağırır. Sanat, toplumun yaralarını sergiler; onları gizlemez, aksine ışık tutar. Bu sayede, kolektif hafıza canlı kalır.
Ama unutuş da bir seçenek midir? Bazıları, geçmişi görmemek ister; yeni bir sayfa açmak, temiz bir başlangıç yapmak. Oysa, gömülen şeyler toprağın altında çürür ve zehir saçar. Bir toplum, katliamlarını inkar ettiğinde, yaraları enfekte olur; yeni çatışmalar doğurur. Tarih, döngüseldir; öğrenilmeyen dersler tekrarlanır. Bir nesil, öncekilerin hatalarını tekrar eder; aynı acıları yaşar, aynı artıkları bırakır geride.
Dünyanın dört bir yanında örnekler var. Avrupa’nın kalbinde, toplama kamplarının gölgesinde yaşayan halklar. Asya’nın ovalarında, savaşların külleri altında nefes alan topluluklar. Afrika’nın çöllerinde, sömürgecilik yaralarıyla boğuşan kabileler. Amerika’nın topraklarında, yerli halkların katledildiği hikayelerle dolu tarih. Her biri, artıklardan oluşan bir mozaik; parçalar kırık, ama bir araya geldiklerinde bir resim çizer.
Bu resim, umut mu yoksa umutsuzluk mu taşır? Belki ikisi de. Toplumlar, yaralarından güç alır bazen; direnç geliştirir, sempatiyi öğrenir. Bir katliamın ardından, barış hareketleri doğar; insan hakları savunucuları yükselir. İnsanlar, birbirine sarılır; ortak acı, bağları güçlendirir. Ama bazen de, yara intikam doğurur; yeni katliamlara zemin hazırlar. Döngü devam eder.
Sonuçta, her toplum bir aynadır; geçmişinin yansımasını gösterir. Katliamların artığı olarak, kalanlarla yoluna devam eder; yaralı olarak, sancılarıyla yaşar. Bu, insanlığın kaderi değildir. bir gün, bu döngü kırılır; özgür ve eşit bir dünyada barış, kalıcı olur. Ama o güne kadar, hikayeler anlatılmaya devam edecek; yaralar sarılacak, artıklar toplanacak. Toplum, bu süreçte evrilir; daha güçlü, daha bilge – ama her zaman, geçmişinin izleriyle yüzleşerek, geleceği inşa eder.
Yorumlar (0)