Kimi abartılı rakamlara göre 10 milyon, gerçekçi rakamlara göre 5 milyona yakın göçmen barındırıyor bu ülke. Bölgesel hükümranlık alanlarını genişletmek üzere yola çıkan iktidar Suriye’deki iç savaşı kışkırtarak on binlerce Suriyeli’nin ülkeye akışının yolunu açtı. Kontrolsüz bir şekilde ve yaratacağı toplumsal sorunlar da hiç düşünülmeden iktidarın harladığı savaş ortamının sonucu olarak ülkeye gelen göçmenler son yıllarda ırkçı/ayrımcı bir saldırganlığın hedefi durumunda. Onların önemli bir kısmı şimdi yasal sınırların da altında bir ücretle, karın tokluğuna patronların ucuz işgücü olarak kullanılıyor. Bir kısmı da maaşa bağlanmış paralı askerler olarak bölgesel operasyonlarda rejimin amaçları için faaliyet gösteriyorlar. Ve şimdi de on binler halinde siyonist İsrail saldırısından kaçan Lübnanlılar Suriye’ye geçiyorlar. Belli ki, ülke bir kez daha toplu göçmen akınının hedefi olacak.
Aslına bakarsanız göç olgusu insanlık tarihi kadar eski. İlk insan toplulukları göç ederek hayatlarını sürdürebilmişler. Kimi zaman yeni beslenme ve av sahaları bulma ihtiyacından, kimi zaman farklı kabilelerle çatışmaların yarattığı yıkımdan kurtulmak için. Afrika boynuzunda 150 bin yıl önce sahneye çıkan insan, deyim yerindeyse hiçbir sabit yerleşik düzene sahip olmadı, binlerce yıl. Avrupa kıtasına, Asya’ya, Avustralya’ya, Bering boğazından Amerika kıtasına yönelik göçler bugünkü dünya insan yerleşimi haritasını oluşturdu. İnsanlığın bu büyük yürüyüşü modern çağda, değişik biçimler ve hedefler dahilinde çeşitlilik kazanarak hızla devam ediyor.
Bu kronik insan hareketliliği sömürgecilik döneminde sömürgeci devletlerin fetih ve talan amaçlı saldırganlığının nedeni ve sonucu olmak üzere devam etti. Sömürgecilikle oluşan sermaye birikimi temelinde 19. yz. da; verili dünya sisteminde belirleyici hale gelen emperyalist-kapitalizm, son 200 yılda göç ivmesini geleneksel nedenler ve onlara eklemlenen yeni nedenlerle artırarak devam ettiriyor. Kapitalist ilişkilerin geleneksel tarım üretimi üzerinde yarattığı yıkıcı etki, Avrupa’dan başlayarak bütün ülkelerde kırdan şehre doğru zamana yayılan modern zamanların en kapsamlı göçü idi.
Bir yanda kişi başına gelirleri 50 bin dolardan 80 bin dolara kadar ulaşan refah ülkeleri diğer yanda açlıktan ölen, içecek su için ve savaşlar dolayısıyla göçmek zorunda kalan yüz milyonlarca insan. Bu dayanılmaz adaletsizlikten eşitsizlikten çıkacak/üreyecek başka ne sonuç olabilirdi ki?
İşte bu temelde bugünkü dünya manzarası oluştu. Onlarca yıl doğal zenginlikleri önce sömürgeci sonra emperyalist devletler tarafından talan edilen, savaşlarla kırıma uğratılan, yoksulluğa mahkum edilen Asya, Afrika halkları emperyalist devletlerin surlarına dayanmış durumda. Zengin devletlerin daha derin hendekler kazma, tel örgü çekme, duvarları yükseltme çabaları sonuç vermiyor. Dünyanın yoksulları kendilerinin kanı, canı, yoksulluğu pahasına yaratılan cennetlerin kapılarını, surlarını zorluyor. Nitekim Asya’nın yoksul halkları bir geçiş yolu olarak Anadolu topraklarını kullanıyor.
Ülke tarihi de benzer büyük göçlere sahne olmuş. Büyük Çerkes göçü, Balkan göçü, Ermeni katliamı ve tehciri…vb. Mübadeleler, pogromlar 20. Yüzyılın karakteristikleri. Kaldı ki efsaneye göre, bu toprakların egemen nüfusunu oluşturan Türk’lerin de Orta Asya’dan büyük göçlerle bu topraklara geldiği varsayılıyor, daha bin yıl önce.
Türkiye insanı ve Göç
Cumhuriyet tarihi baz alınırsa 1924 yılından başlayarak, ve son yüzyılın kimi tarihi dönemlerine yayılarak hristiyan ve musevi azınlıkların rejim kaynaklı çeşitli provokasyon ve saldırılarla ülke dışına göç ettirildiğine şahit oluyoruz. 60’lı yıllara ve daha sonraki yıllarda başta Almanya olmak üzere çeşitli Avrupa ülkelerine yönelik kitlesel emek göçüne tanığız. Bunun yanında aynı dönem(60-70’li yıllar) köyden şehirlere yönelik kitlesel göç dalgası yaşandı. Kırsaldan şehirlere yönelik göçlerden söz ederken bir başka önemli gelişmeyi de belirtmek zorundayız; Kürt nüfusun önemli bir kısmının kendi bölgelerinden savaş ortamı sonucu büyük şehirlere akarak oralarda kendilerine yaşam alanları yarattığını görüyoruz.
Yıkıcı, tahripkar büyük şehir yaşamının da son kırk yılda sahil kasabalarına yönelik göçü kışkırttığını gözlüyoruz. Nispeten çeşitli düzeylerde birikime sahip bir nüfus yoğunluğu sahil kasabalarına deyim yerindeyse hücum ediyor. Bu özgün göç dalgasının iktidarların inşaata dayalı ekonomik modeli temelinde, dizginsiz bir şekilde doğanın betonlaşmasına, doğal varlıkların talan edilmesine yol açtığı da bir gerçek. Bu denetimsiz, izinsiz inşaat furyası sahil kasabalarının yer altı ve yerüstü kaynakları bakımından kapasitelerini de hızla yok ediyor. Bu hızla devam edilirse sahil kasabaları ve ülkenin yerüstü ve yer altı doğal kaynakları birkaç on yıl içinde enkaza dönecek. İktidarların plansız, denetimsiz, rant yaratmaya dayanan ekonomik model tercihleri daha fazla beton, daha fazla çevre kirlenmesi olarak geri dönüyor. İnsan oğlu ve kızının göç yolculuğu varoluşundan beri aralıksız devam ediyor, arkamızda enkaz bırakarak göçüyoruz. Binlerce canlı türünü yok ede ede.
Özetle insanlığın bu baş döndürücü mobilitesi, bu GÖÇ hali, özellikle son 500 yıldır verili, insanın insanı ezmesi, sömürmesi esasına ve sermayenin kar maksimizasyonuna dayalı savaşla yıkımla ayakta duran kapitalist-emperyalist sistemin sonucudur. Irkçı faşistlerin kışkırttığı ezilen halk sınıf ve tabakaları arasında ortaya çıkan kimi çelişkilerin de bu perspektifle değerlendirilmesi gerekir. Hedef eşitsiz, adaletsiz, sömürüye dayanan tahripkar yaşamın yaratıcısı kapitalist-emperyalist sistem ve onların yerli ortakları olmak zorundadır, göçmenler değil.
Yorumlar (0)