Kadına Yönelik Şiddete Dair Derlemeye Devam

Kadına Yönelik Şiddet, Görünmez Emek, Duygusal Şiddet ve Duygulanımsal Emeğe dair bir derleme bu... Selahattin Demirtaş'ın bir siyaset adamı olarak "Şiddete Karşı Toplumsal Barış" için biz erkeklere anlattıkları ile başlayıp, ölümle de sonuçlanan fiili saldırılar dışındaki şiddete de Beyhan Sunal'ın birkaç güzel yazısından seçilmiş bir derleme... yine bu şiddet dolu ortamda Beyhan Sunal'dan öğrendiğim ve umutla dolduğum "duygulanımsal emek"le de karılmış bir derleme, aynı zamanda: "Maddi olmayan emeğin yan ürünü diyebileceğimiz duygulanımsal emek kapitalist piyasa ilişkileri içinde dönüştürücü bir güce sahip olabilir. Bugün hepimizin hissettiği işyerine, işe aidiyet, çalışanlar arası işbirliği, hizmet alana da yansıyan içtenlik üzerinde daha çok düşünüldüğünde bunun bir güç, ölçülemeyen, tanımlanamayan, talep edilemeyen ve tüm bu özellikleri nedeniyle değer biçilemeyen, satın alınamayan yani sömürülemeyen bir değer olduğu kavrandığında yeni direniş biçimleri üzerine de düşünmenin önü açılabilir.” Selahattin Demirtaş’ın açtığı yoldan ilerleyerek, Beyhan Sunal’ın yazdıklarından bir erkek olarak ben çok yararlandım.... darısı başkalarının başına :)

Kadına Yönelik Şiddete Dair Derlemeye Devam

Önceki yazıdan devam… (bkz: https://dayanisma-datca.org/erkegin-gozunden-kadina-siddet)

Yazının başlığı her ne kadar (Kadın Platformunun da isteği ile 25 Kasım “Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi Günü” öncesi “erkek” gözüyle kadına şiddet hakkında birkaç kelam istenmesi nedeniyle) Erkek Gözünden Kadına Yönelik Şiddet diye atılmışsa da, aslında büyük ölçüde Selahattin Demirtaş ile Beyhan Sunal’ın çeşitli vesilelerle yazdıklarını derlemekten ve derlenenlere dair bir iki kelam etmekten ibarettir.  Önceki yazıda erkek kaynaklı kadına yönelik şiddetin, sadece cinayetlere varan kadına dönük fiili saldırılardan ibaret olmadığının, kadına dönük şiddetin toplumda hepimizin görmezden geldiği, kanıksadığı-alıştığı başka biçimlerinin de olduğunu ileride takip eden başka bir yazıda anlatmak üzere kısaca değinmiştim.  İlk yazıda şiddetin en üst perdesi işkenceyle-ölümle sonuçlanan saldırıların olduğu bir ortamda daha ikincil gibi gözüken ölümle-fiziksel saldırıyla sonuçlanmayan “başka şiddet biçimleri”ni öne çıkartmak doğru olmazdı. Dolayısıyla önceki yazıda aile içindeki görünmeyen emek üzerinden yapılanlar ya da love bombing’de denilen kimilerine göre sözde “sevgi” olduğu iddia edilen ısrarlı mesajlaşmalar, şiddet midir (yoksa değil midir) tartışmasını bu yazıya bırakmış olduk.

Önceki yazının temel amacı Özgür Özel’in ziyaretiyle, kadına yönelik şiddete dair yine bir erkek siyasetçinin,  Selahattin Demirtaş’ın aslında erkek temelli-pederşahi yöntemlerle yapılan siyasetin yapmacıklığına, yalancılığına düşmeden tüm samimiyetiyle (kendi tabiriyle “kendimizle samimiyetle yüzleşerek kadınların mücadelesine omuz verelim” diyerek) kendi gibi erkeklere yaptığı İstanbul Sözleşmesinin yeniden imzalanması isteği ile başlayan “şiddete karşı toplumsal barış” çağrısını hatırlatmaktı. Bir siyaset “adamı”ndan “tüm erkek zihniyetliler”e yapılan bu çağrı önemli… Bugün bu çağrının, hızlı değişen siyasi gündem içinde unutulmaya-uyumaya bırakıldığı sanılıyor ama eminim yarın Demirtaş’ın bir ömür boyu hiç de haklı olmayan gerekçelerle hapsedildiği demir parmaklıklar ardından yaptığı bu “toplumsal barış çağrısı” tarihte büyük bir tortu bırakacak…

Eril sistem hakkında hatırlatmalara devam…

Kadına Yönelik Şiddet konusunda bir erkeğin yazması istenince,  devam etmekte yarar var… Önceki yazıdan devamla ve bir kez daha altını çizmek üzere, yazıda “erkek” diye tanımlananın,  aslında bir “zihniyet”e dair olduğunu bir kere daha hatırlatmanın önemli olduğunu söylemeliyim. Önemli zira: bu “zihniyet” zaman zaman, “kadın”ı bile teslim alıyor. Öyle ya erkek egemen zihniyetin yürütücüsü kadınlar da az değil… bu ülke az Tansu Çiller’ler, bu dünya az Margaretta Thatcher’lar, Condelezza Rice’lar, İsabella Peron’lar görmedi… Az mı gördünüz eril dile sahip, pederşahi yöntemlere gömülmüş kadınları… mesela neredeyse bir erkek gibi ana avrat küfreden kadın, az mı çevrenizde? Sözünü ettiğimiz “erkek egemen dünya”, evet elbette yaratılıştan erkekleri önceliyor ama sadece erkek görünümlülerden ibaret değil öte yandan yani. Onca kadın cinayetinin hemen tüm faillerinin neredeyse tamamının erkek olduğunu unutmadan; ama erkekler yanında kadınları da esir almış eril zihniyete saplanıp kalan, “kutsal aile” bağlarından başlayarak tüm toplumu biçimlendiren topyekün mücadele edilmesi gereken bir zihniyetin/anlayışın varlığına da işaret etmemiz gerekiyor… 
Tekrarla, önceki yazı boyunca  kadın cinayetlerinin tamamının da failinin erkek olduğu ıskalamadan… “erkek-erkekler” denilirken,  “pederşahi-ataerkil-patri(y)arkal-erkek egemen-eril zihniyet”in kastedilmeye çalışıldığını, özellikle bir kez daha belirtmekte yarar var…  Hani Demirtaş’ın da yazısında belirttiği gibi erkeğin yaratılışından ziyade, yaşamla birlikte sonradan edinilen aslında “pederşahi-ataerkil-patri(y)arkal-erkek egemen-eril zihniyet”in kastedildiğini vurgulanmasına da ısrarla özen gösterilmeli… Ve birkez daha yinelemek pahasına bu notların aslında kendime yazılmış notlar olduğunu, kimseye - özellikle bunları zaten yaşayan birilerine öğretmek amacıyla olmadığını da tekrar not düşmekte yarar var! Zaten yazının en başında dediğim gibi bu notlar, sonuç olarak sadece bir “derleme”… yani zaten yazılmış olanlar üzerinden öncelikle kendime, kendim gibi olanlara bir nevi  hatırlatma…

Görünmez Emeğe Dair…

Erkekler tarafından uygulanan şiddet, sadece kaba dayak, ölümle sonuçlanan fiili saldırı mı sadece? 

Erkekler kadınları eve kapatmışlardı. Hayatın merkezi evdi, onu örgütleyen de kadındı. Ama parayı getiren erkek olduğu için kuralları da erkek koyuyordu. Emeklilikte ise tüm denklemler değişiyordu. Bütün hayatın kadının üzerinden örgütlendiği evde, yumurta kırmayı bile beceremeyen erkekler kadınların “görünmez emeğinin gücü” ile karşılaşıyorlardı…”

Beyhan Sunal’ın GazeteDuvar’da 3 Kasım 2024 tarihli yazısı (bkz: https://www.gazeteduvar.com.tr/kanalima-mutfagima-hos-geldiniz-makale-1732596) 

Yazı, bana sorarsanız sadece görünmez emeğe dokunan, onu anlatan bir makale ya da fıkra olmasının ötesinde  edebi değeri de hayli yüksek olan bir metin. Beyhan Sunal, iyi bir yazar. Kalemi güçlü. Anlatmak istediği olayları, hikaye edişiyle, okuru ile arasında güçlü bir bağ kuruyor. Okur, sanki hikayenin içindeymiş, sanki bizzat yaşamış gibi olanı-biteni anlıyor, kavrıyor. GazeteDuvar’daki hemen tüm yazılarının aynı beceri ile yazılmış olduğunu, okurunu olayın merkezine çekip oturttuğunu, vermek istediği tanımı, olguyu hızla kavratmayı pek de iyi becerdiğini, üstelik bunu okuyanda güzel duygular bırakarak yaptığına tanığım. Muhtemelen aşağıdaki satırları okurken siz de benimle aynı duyguları  paylaşacaksınız:

“Adam salonun bir köşesinde, sehpanın üzerine iskambil falı açmakla meşguldü. Kadın elektrik süpürgesiyle hızlı bir giriş yaptı “sen mutfağa geç buraları süpüreceğim” dedi. Adam sessizce topladı kartları “sonra da kadınlar gelecek, sen kahveye gidersin. 3-4 saat gelme, gelmeden önce de ara” dedi kadın. Adam giyinmek için yatak odasına geçti.

4 erkek, arabayı yolun kenarındaki boş arsaya çekmişlerdi. Ters çevirdikleri bir limon kasasının üzerinde gazete kağıdı onun da üzerinde biraz peynir birkaç kadeh de rakı vardı. Arabanın arkasına sığdırabildikleri küçük portatif taburelerde oturuyorlardı. Pek rahat değildi ama idare ederdi. Daha önce aşağıdaki parka gidiyorlardı, gazete kağıdına sarılı biralarını içip sohbet ediyorlardı. Ama ortalıkta alkol alınması artık o kadar da normal olmadığı için böyle buldukları boşluklarda arabanın arkasına yerleşip içkilerini içiyorlardı.

O esnada kadınlar…

Keklerini böreklerini masanın üzerine dizmişler, çaylarını demlemişler, rahat koltuklara yayılmışlardı. “Bunlar da çok lezzetli olmuş, diyetimi bozduracaksınız”  bana diyerek bir kez daha tabaklarını dolduruyorlardı. Yemek tarifleri, televizyon programı dedikoduları arasında “seninki nerede?” diye soruyordu biri. “Kovdum evden, kadınlar gelecek ayakaltında dolaşma dedim. Emekli olduğundan beri eve kapandı, sürekli iskambil falı bakıyor.” diye yanıt veriyordu ev sahibesi.”

Nasıl ama? 

Hayli güzel hikaye edilmiş… Zamanın birinde evlenmek-aile kurmak suretiyle eve hapsedilen kadını ekonomik yönden para kazanmasına fırsat vermeyen ve hem de evde kendi yararına da kullandığı emeğinin üstüne (hem de hiçbir bedel ödemeden) yatan, gözlerden-sosyal ortamlardan uzaklaştıran erkeğin eve kendisinin de kapanmak zorunda kaldığı ilerleyen yaşlarını hicveden yukarıdaki satırlar, artık emekli olmuş, güçten ve çaptan düşmüş yaşlı erkekleri pek acınası gösteriyor değil mi?  Yazarın yapmak istediği de az biraz  bu rövanşist (intikamcı) duyguyu bizlere geçirmek...birazcık oyuncaklı da vermiş, Beyhan Sunal anlatırken :) Senelerce eve kapatılmış, görünmez hale getirilmiş ama zaman içinde evin yegane "sahibi" olmuş emek sahibinin, aldığı intikamı pek güzel, keyifle anlatıyor, yazar. Biraz acıma da var! Yazar bir sonraki paragrafında bizi bunun (yani erkeğin ilerlemiş yaşından) öncesine, hani o “egemen” olduğu zamanlara götürüyor bizi. Kadını eve hapseden, emeğini görünmez kılarak üstüne yatan güçlü erkek de, o yukarıda satırları okuduğumuzda “acıdığımız” aynı erkekti, oysa ki :)   

“Erkekler kadınları eve kapatmışlardı. Hayatın merkezi evdi, onu örgütleyen de kadındı. Ama parayı getiren erkek olduğu için kuralları da erkek koyuyordu. Akşam geldiğinde yemek hazır olacaktı, sabah hazırlanırken kıyafetleri ütülü ve temiz olmalıydı, bıraktığı para idareli harcanacak, mümkünse tamir masrafı çıkartılmayacak, çocuklarla ilgili sorunlar kendisine yansımadan çözülecekti. Akşam yemeğinden sonra ayaklarını uzatıp kumandayı eline aldığında da gürültü çıkartılmayacaktı.”

Nasıl ama yıllarca eve kapatılarak bu “şiddeti” yaşamış kadın, evi sahiplenerek o görünmez emeğin gücünü kullanarak nasıl da öcünü alıyor, erkekten? Yazar da bir kadın ve biraz ince ince bu durumu hicvediyor. Aslında pek ince de sayılmaz: baya baya gözümüze sokuyor :)

Beyhan Sunal’ın makalesinin ana fikri, konuyu anlatan en vurucu, en öğretici cümleler geliyor:

Erkekler kadınları eve kapatmışlardı. Hayatın merkezi evdi, onu örgütleyen de kadındı. Ama parayı getiren erkek olduğu için kuralları da erkek koyuyordu. Emeklilikte ise tüm denklemler değişiyordu. Bütün hayatın kadının üzerinden örgütlendiği evde, yumurta kırmayı bile beceremeyen erkekler kadınların “görünmez emeğinin gücü” ile karşılaşıyorlardı…”

Beyhan Sunal’ın diğer makalelerinden devam etmek istiyorum… kendimden katarak tartışmak istemiyorum ama… ama evet, söylemeden de geçemeyeceğim, burada aslında kadının da ilerleyen yaşlarında “güçten kuvvetten düşmüş” erkeğe uyguladığı bir “şiddet”ten söz edebilir miyiz? Ne dersiniz? Eğer öyleyse, kadının “erkekliğe” teslim olması ve “erkeğe dönüşmesi”yle mi karşı karşıyayız?

Bu mevzu, beni birçok başka alanda da çokça düşündürüyor. Mesela sol-sosyalizm sevdasıyla hayatını geçirenlerin, bir şekilde kendi alanlarında iktidarı ellerine geçirdiklerinde… mesela paylaştıkları devlet benzeri partilerinde, birlikte yol aldığı yoldaşlarına uyguladıkları yöntemlerin nasıl da savaştıkları muarızlarının uyguladığı yöntemlerle benzeştiklerine şahit olmuşluğunuz olmadı mı hiç, sizin de?

Duygusal Şiddet, Sınır ihlali…

Fiili saldırı, kaba dayak, öldürmeye varan şiddetin yanında kadına yönelik erkek şiddetine örneklerden biri de yukarıda anlatılan görünmez emeğin anlatımında saklıydı. Daha başka şiddet biçimleri yok mu, kadına erkek tarafından uygulanan şiddete örnek olacak?

Kadına Yönelik Şiddete Dair Derlemeye Devam

“Duygusal şiddet” ya da “sınır ihlali” olarak tanımlanan başka örnekler de veriyor bir başka yazısında, Beyhan Sunal… yine bizi içine çektiği yazılarından birinde (bkz: https://www.gazeteduvar.com.tr/bu-ne-sevgi-ah-bu-ne-izdirap-makale-1700818).  Önce yine somut olarak örnekliyor, bizi adeta içine çekerek, neredeyse bize de aynısını yaşatarak hikayeleştiriyor:

“Nasılsın, iki saat önceki mesajıma yanıt vermedin, çok merak ettim, lütfen iyi olduğunu bildir” diyordu mesajda. İçini çekti kadın, uzaklara daldı. “Çok özledim seni, şu anda yanımda olmanı çok isterdim” dedi bir sonraki mesaj.

Kadının bakışları değişti, “başlayacağım bu aşkın ızdırabına ama!” diye söylendi. “Devlet Bahçeli’nin bir fotoğrafını yolla istersen, hatta şu alayına diye başladığı grup konuşmalarından birini. Belki titrer kendine gelir.” dedi arkadaşı. “Ben İsmail Y.K.’nın ‘Allah seni kahretsinşarkısını göndermek istiyorum” dedi kadın. Bunun üzerine epey bir geyik çevirdiler, güldüler. Bir şekilde bu gerginliği atmak gerekiyordu. Kadın dostluğu ve kahkahası strese birebirdir. Yargılamaz, akıl vermez kadınlar. Tecrübe konuşur kadın dostluğunda, deneyim aktarımı, gözlem, dertleşme. Çok fazla ego olmadığı için önce kendisi ile dalga geçerek başlayan mizah duygusu, duygu ortaklığında gelişir ve ilaç gibidir kadınların ilişkilerinde.

Cevap vermedi kadın ve durmadı adam. “Seni çok seviyorum, bana niye bunu yapıyorsun, senin yüzünden hastalandım, cevap vermezsen kalkıp geleceğim…

Böyle uzayıp gidiyordu mesajlar. Telefon kapatılamıyordu ve verilen hiçbir yanıt da adamı sakinleştiremiyordu. Oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi, istediği yanıtı alana kadar durmayacak gibiydi.”

Ne var ki diyenlerimiz çıkacaktır, belki de bu ısrarlı mesajlaşmaları okuyan erkekler arasında? Oysa yazar bunun da bir şiddet biçimi olduğuna dair tanımını internet üzerinden yaptığı aramalardan bularak veriyor:

“Küçük bir internet aramasında bu “iletişimin” çeşitli tanımları bulunabilir: love bombing, duygusal şiddet, sınır ihlali

Özeti aslında “insan yerine koymama”… Karşısındakini nesneleştirme bir tür. Onun da bir hayatı, tercihleri, sınırları ve duyguları olabileceğini, bağımsız karar verebileceğini kabul etmeme. Ve tabii kendi ihtiyaçlarını, kararlarını ve duygularını dayatma…”

Yazarımız, fiziksel şiddet gibi duygusal şiddetin de sandığımızdan daha yaygın ve sınıf, kültür farkı olmaksızın kadınları tehdit ettiğini söylüyor ve erkeğin “sevgi” ya da “ilgi” ya da “tutku” sanılan ısrarcı dilinin aslında erkeğin kadına yönelik şiddetinin tolere edilmesi olduğunu belirtiyor ve bu durumun bir şiddet olarak tanımlanmasında bir uzmandan, psikiyatr Bahar Tezcan’dan yardım alıyor:  

 “Duygusal ihmale uğradığınızda sevgi, ilgi, fark edilmek, dikkate alınmak, onaylanmak, değer verildiğini hissetmek gibi alanlarda yoksunluk yaşarsınız. Size sunulan sevgi gerçek değil de birlikte yaşadığınız kişinin kendi ihtiyaçlarını sizin üzerinizden karşılaması durumudur. Kendi istek ve ihtiyaçlarını daima sizinkilerden önde tutar. Bu alan sizin en zor farkındalık geliştireceğiniz tutumları ve duyguları içerir.”

Duygusal olarak istismar edildiğinizde yaşadıklarınız artık biraz daha gözle görünür hale gelmiştir. Eğer yüzleşme ve cesaretle bakma yolunu seçerseniz maruz kaldığınız durumu masumlaştırmaz ve durumu düzeltmek için gerekli önlemleri de alabilirsiniz. Duygusal istismarda pek çok zorlayıcı durum yaşarsınız. Örneğin ne hissettiğinize ve nasıl davranmanız gerektiğine o karar verir. Kontrolcü ve tahakkümcüdür. Sürekli eleştirir. Zayıf yönleriniz, hatalarınız ve son derece insani olan tüm başarısızlıklarınız karşısında sizi utandırır. Güçlü yönlerinizi baskılayarak bir kurban konumunda kalmanız için çabalar. Geçmişte yaşadığı başka ilişkileriyle sizi kıyaslar. Başkalarıyla flört eder hatta aldatır. Küçük düşürür. Aşağılar. Sorumluluk almaz. Arkadaşlarla birlikteyken farklı, çok zarif, anlayışlı, olgun biri gibi davranır. İkiniz yalnızken içinden başka bir insan çıkar, daha doğrusu özü. Aranızdaki sorunlar nedeniyle sizi suçlar. Olanların sizin suçunuz olduğunu söyler. Hatta duygusal manipülasyon teknikleri kullanarak sizin bir ruhsal probleminiz olduğunu size inandırarak kendinizden şüphe etmenizi, gittikçe çaresiz ve aciz bir konuma girmenizi sağlar. Kıskançlık yapar. Buluttan nem kapar. Sizi yalnızlaştırır. Başkalarıyla görüşmenizi engelleyerek aileniz ve arkadaşlarınızdan uzaklaştırır. Böylece yardım almanızı zorlaştırır. Uyguladığı tüm şiddeti inkâr eder. Ayrılmaya kalkıştığınızda kendisini ya da sizi öldürmekle tehdit eder. Sonra geçici bir süreyle size çok farklı ve çok iyi davranmaya başlar. Sözler verir, vaatlerde bulunur. Sizi geri döndürmeyi başardığında bir süre sonra tekrar eski haline döner. Bu kez daha fazla bir baskıyla daha büyük bir güç gösterisi yapar. Bu süreç daima yukarı doğru çıkan bir sarmaldır.”

Genelde kadına yönelik ne kadar vahim bir durumdan, “basbayağı  bir şiddet”ten söz edildiğini sanırım yeterince açıklıkla anlatıyor uzmanımız. Yazarımız Beyhan Sunal, yine de bir kadın yazar ve yine erkeğe empati yaparak, onu anlamaya çalışarak meseleye yaklaşıyor:

“Meseleyi zora sokan, çözümsüzlüğe iten kısım ise, karşınızdakinin gerçekten size zarar verdiğini düşünememesi, onun da bunları birer sevgi ifadesi olduğunu varsaymasıdır. Biz nasıl sevildiğimize inanmak istiyor ve karşımızdaki adına mazeret uyduruyorsak o da kendi kontrolcülüğüne böyle kılıflar uyduruyordur. Sizi gerçekten sevdiğini ve merak ettiğini düşünüyor olabilir. Ona da sevmenin bu olduğu öğretilmiştir muhtemelen. İnsan sevdiğini kıskanır, merak eder, hep birlikte olmak ister… Böyle kodlanmıştır tutkulu ve büyük sevgiler…”

Ama sonuç olarak, işkenceye dönüşebilecek şiddeti de tanımlamaktan kaçınmaz: “Oysa sosyal medya çağında tüm bu duygusal ihtiyaçlar birer işkenceye dönüşmeye meyillidir.”

“Kadına Yönelik Şiddeti” erkekler olarak anlamaya çalışırken, Beyhan Sunal bana çok şey öğretti, eksik olmasın. Ama öğrettikleri sadece “şiddet”e dair de değil…

Kadına Yönelik Şiddete Dair Derlemeye Devam
Duygulanımsal Emek

Çok tekrarladım biliyorum ama Beyhan Sunal dedim ya “iyi” bir yazar… başka bir sürü makalesi daha var, GazeteDuvar’da. Biri de duygulanımsal emeği anlatan, bana göre yine “güzel mi güzel” yazısıydı mesela (bkz: https://www.gazeteduvar.com.tr/mekani-guzellestiren-garsona-makale-1671591). Mutlaka sizin de bir çağrı merkeziyle iletişiminizde başınıza gelmiştir, anlattıkları… ben ondan öğrendim “duygulanımsal emek” denileni:

“Çağrı merkezleriyle ilişkimizi düşünün, karşımızda sürekli aynı şeyleri tekrar eden insanlar olur. Yetkisiz ama sizi daha yetkili birine bağlama yetkisi de olmayan, yana yakıla derdinizi anlattığınız halde sorunuzu çözmek yerine aynı cümleleri tekrar eden görevliler. Sonra bir gün birine denk gelirsiniz, sizi dinler, sorunuzu anlar, elinden geleni yapar ve sorununuzu çözer. Kaldı ki çözemese de siz konuşma bittiğinde sorunun onun tarafından çözülemeyeceğine ikna olmuş olursunuz.

Buna “duygulanımsal emek” deniyor. Enformasyon çağında hizmet sektörünün diğer üretim sektörlerine göre orantısız büyümesi yeni bir emek türünü öne çıkarttı; maddi olmayan emek. Emeğinizin ürünü maddi bir şey değil, bir hizmet, bir kültür ürünü, bir bilgi paylaşımı olabilir. İşte bu maddi olmayan emeği sunarken kendinizden kattığınız şey de “duygulanımsal emek”.

Çünkü duygulanımsal emek tarif edilemez, ölçülemez, dışardan empoze edilemez. O sizin işinize kattığınız değerdir. Diğer emek türleri gibi kendinizden verdiğiniz bir şey değil, verdikçe sizi de çoğaltan, maaşınızdan, primlerden daha çok tatmin eden, işinizi, kendinizi sevmenize neden olan bir değer. Bu yönüyle kimse onu sizden talep edemez, kimse ona değer biçemez.

Duygulanımsal emek bir dil geliştirmektir, sizinle hizmet verdiğiniz kimseler arasında ama aynı zamanda birlikte çalıştığınız insanlarla ve işinizle geliştirdiğiniz bir ilişki biçimi, hayatın ve üretimin yeniden örgütlenmesi, tüketimin de bu etkileşim içinde yeni bir bağlam bulmasıdır. Çıkara dayalı ilişkiler pratiğinde çıkarsız, içten, herkese kendini özel hissettiren bir bağlam yaratmaktır.”

Nasıl da güzel, iç açıcı bir şeyden bahsediyor, Beyhan Sunal: “Diğer emek türleri gibi kendinizden verdiğiniz bir şey değil, verdikçe sizi de çoğaltan, maaşınızdan, primlerden daha çok tatmin eden, işinizi, kendinizi sevmenize neden olan bir değer” diye anlatıyor, duygulanımsal emeği… ve daha ileri bir adım daha atıyor: hani hiyerarşisiz, cinsiyetsiz, ayrımsız, sömürüsüz bir dünyaya özlemle bir dilin geliştirilmesinden söz ediyor:

“Duygulanımsal emek bir dil geliştirmektir, sizinle hizmet verdiğiniz kimseler arasında ama aynı zamanda birlikte çalıştığınız insanlarla ve işinizle geliştirdiğiniz bir ilişki biçimi, hayatın ve üretimin yeniden örgütlenmesi, tüketimin de bu etkileşim içinde yeni bir bağlam bulmasıdır. Çıkara dayalı ilişkiler pratiğinde çıkarsız, içten, herkese kendini özel hissettiren bir bağlam yaratmaktır.

Bir kurum düşünün ki çalışanlar arasında ilişki hiyerarşisi yok; kadın-erkek, genç-yaşlı, kıdemli-acemi ya da mavi yaka-beyaz yaka ayrımı görev dağılımında geçerli ama insan ilişkilerinde tam bir eşitlik var. Böyle bir şey yönergelerle, kurallarla sağlanabilir mi? Bu o kurumun çalışanlarının yarattığı bir kurum kültürüdür. Yöneticiden, sahipten bağımsız bir insiyatifle gelişen bir durumdur. Binasına, çalışanına ve hizmet alanına dair bir tarz gelişmiştir ve o sizi onlardan daha fazla o kurumun sahibi yapan insiyatiftir.

Maddi olmayan emeğin yan ürünü diyebileceğimiz duygulanımsal emek kapitalist piyasa ilişkileri içinde dönüştürücü bir güce sahip olabilir. Bugün hepimizin hissettiği işyerine, işe aidiyet, çalışanlar arası işbirliği, hizmet alana da yansıyan içtenlik üzerinde daha çok düşünüldüğünde bunun bir güç, ölçülemeyen, tanımlanamayan, talep edilemeyen ve tüm bu özellikleri nedeniyle değer biçilemeyen, satın alınamayan yani sömürülemeyen bir değer olduğu kavrandığında yeni direniş biçimleri üzerine de düşünmenin önü açılabilir.”

Selahattin Demirtaş’ın açtığı yoldan ilerleyerek, Beyhan Sunal’ın yazdıklarından bir erkek olarak ben çok yararlandım.... darısı başkalarının başına :)

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış