Palamut İninden Değirmenlere

Bu sahilin bitiminde, yani Şehit Dede’yi geçtikten hemen sonra, sizi “Gerence” adıyla bilinen bir koy karşılar. Ben bu güzel koyun hatırına bir konuyu arz etmek istiyorum. Size anlatacağım bu konuyu yine Yaka Köylü Kadir Bayırlı’dan duymuştum. Eskilerde; yani Kadir Bayırlı’nın çocukluk yaşlarında iken, bu sahil bomboş tabii ki. Genellikle kırkım yapılan küçükbaş hayvanlar ile harmanı döven büyükbaş hayvanlar bu güzel koyda yıkanır ve aynı zamanda dağdan gelen yavan su ile de hayvanları durularlarmış. Aynı zamanda bu yavan su, başka amaçlar için de kullanılırmış. Yukarıdaki köyler; Yaka ve mahallesi Kumyer’in erkekleri kızları, Yaseful dediğimiz tepeden Gerence’ye doğru patikadan inerlermiş. Bu patikayı şimdilerde kullanmıyorlar. Erkekler sahilde denize çıplak girerlermiş. Kızlar da akşam üzeri veya gece denize çıplak girerlermiş. Kimseciklerin uğramadığı o yıllarda bu gençler bu güzelim koylarda özgürce davranır ve günlerini denizde geçirirlermiş. Hatta Yaka Köyden İpek Güllü diye bir genç kızımız, bu sahilde arkadaşları ile eğlenirken, bir yat kaptanı ile tanışır ve birbirlerini severler. İpek Güllü, sevdiği adamın arkasından giderek yıllarca yuvasına dönmez. Ta ki Aydın adında bir erkek çocuğu ile yıllar sonra Yaka Köyüne dönüş yapana dek… İpek Güllü (Hamdi ile karısının kızı; Hamdi Dede, Yaka köyünden; gözleri görmeyen), sonraları hayatını oğlu ile birlikte İzmir’de sürdürür. Bu arada bu koyları çok iyi bilen Halikarnas Balıkçısı da “Aganta Burina Burinata” adlı eserinde kızların güpegündüz denize çıplak girdiklerinden söz eder.

Palamut İninden Değirmenlere

PALAMUT İNİ’NDEN MESUDİYE KIZILBÜK DEĞİRMENLERİNE

Nisan sabahları güneş bir başka doğuyor gibi geliyor nedense bana. Ne yazık ki bu sabah, alaca karanlıkta çıkmış olduğum sabah yürüyüşüne kuvvetli lodos ile başladım. Buralarda “yağmur, lodosu keser” derler. Yani ancak yağmurla birlikte deniz durulur. Rüzgâr kesilir. Ben henüz sahile indiğimde, ortalık karanlıktı ve denizin korkunç sesi kulaklarımı tırmalıyordu. Zaten lodos esen günlerde bende bir huzursuzluk başlar. Gece uyku tutmaz bir türlü. Sabah erkenden kalkışım da o yüzdendir. Ben sahilde, doğuya doğru yöneldiğimde beni ilk karşılayan sol tarafımda Palamut İni ile Şehit Dede mezarı oldu. Mecburi olarak Şehit Dede’nin dibinden geçiyorum. Palamut İni ise, bir zamanların sıkça kullanılan bir mekânı imiş. Geçmiş yıllarda köyün davar sahipleri hayvanlarını orada dinlendirirmiş. Davarlarını burada sağar, sütlerden peynirlerini bu doğal mekânda yaparlarmış. Bu arada köyde hemen hemen her ailenin 50, hatta 100 civarında küçükbaş hayvanı olduğunu öğrendim. En çok hatırlanan da ne biliyor musunuz? Benim hiç aklıma gelmeyen o peynir altı suyunun ekmek banarak iştahla yenmesi... Doğallığa bir bakar mısınız? Bu yeme merasimi köyden pek çok çocuğun katılımı ile yapılırmış. Bu geniş ve doğal mağara özellikle keçilerin ağılı olarak kullanılmış yıllarca. Pek çok yaşlının bu in ile ilgili anıları var.

Palamut İninden Değirmenlere

Görseller, Gerence-Palamutbükü-Kızılbük-Adaburnu'nun çeşitli kesimlerine aittir...

Yolumun tam üzerindeki Şehit Dede Mezarı ise, mağaraya göre denize daha yakın ve bir keçiboynuzu ağacının dibinde, işlenerek dikilmiş bir taştan ibaret. Bu taş ile ilgili çok rivayet söz konusu. Örneğin Yaka Köyünden bugünlerde 85 yaşına girmek üzere olan Kadir Usta lakaplı Kadir Bayırlı, bu mezarda yatan kişi için Şeyh Dede ifadesini kullanıyor. İlginçtir; Yazıköylüler Hıdırellezde buraya gelip, Hıdırellez kutlamalarını yaparlarmış bir zamanlar.

 Bu arada yöredeki Hıdırellez kutlamalarıyla ilgili olarak kısaca bilgi vermeliyim. Buralarda 6 Mayıs günü bu etkinlik çok canlı olarak kutlanır. Aileler toplu halde özellikle Akçabük’e giderler ve orada çamların altında yemeklerini yer. İçkilerini içerler. Eğlenirler. Bizim ailemizin bir numarası babamız da, bir zamanlar yakın arkadaşı Osman Yavuz ve Kızılkuyulu Yaşar ile birlikte ailecek Akçabük’e giderlerdi. Onların çok özel mangallarında et ızgara yaparlar, ayrıca kavurmalık eti çok özel mangalda pişirirler, akşama kadar yerler içerlerdi. Bu gelenek, yakın zamanlara kadar sürdü. Osman Amca rahmetlik oluverdi; Toprağı bol olsun. Babamız da yalnız kaldı. Bu özel günde bakla makarnası yapıldığını duymuştum. Ayrıca boyalı yumurtalar kaynatılır, buna ilaveten börekler ve çörekler ile ekmek makarnası, sarmalar da yapılırmış bu özel gün için. Yüzlerce yıllık geleneğin gereği; Yaka köylüleri Akçabük’e giderken, Yazı köylüler ise bu Şehit Dede’nin başında toplanırlarmış. Sonraları artık gelmez olmuşlar. Ben geçmiş yıllarda bir kez böyle bir Hıdırellez etkinliğinde bulunmuştum. Koreli Amcamız da sağ idi ve o gün çok güzel eğlenmişti bizle. Şimdilerde buralar artık eski geleneklerin değil, yeni bir olgu olan turizm için bazı aç gözlülerin iştahını artıran yerler oldu. Bakın ben unuttum, onu da hatırlatayım; hatta yağmur duaları da burada yapılırmış. En son rahmetli Gocaman Poluç’u, gençliğinde sırtına yüklenen bir çuval sayılı taş ile denize burada atmışlar. Ritüel gereği yağmur duasında yemekler yapılır ve dualar okunduktan sonra taş sayımı yapılırmış. Sayılan taşlar da bir çuvala konup bir gencin sırtına yüklenir ve gençle birlikte denize atılırmış. Bütün bunları yaşlılardan derledim ve artık günümüzde yok olan ritüeller bunlar. Zaten bu günlerde seksenli yaşları geçmiş olan Gocaman Poluç’u da kaybettik. Allah rahmet eylesin. Kendisini iyi tanırdım. Kumyer kökenli oldukça geniş bir aileye mensup, sevecen bir Abi idi. İşte Palamut Bükü’nün en doğu sahilindeki iki noktanın hikayesi böyle.

Bu sahilin bitiminde, yani Şehit Dede’yi geçtikten hemen sonra, sizi “Gerence” adıyla bilinen bir koy karşılar. Ben bu güzel koyun hatırına bir konuyu arz etmek istiyorum. Size anlatacağım bu konuyu yine Yaka Köylü Kadir Bayırlı’dan duymuştum. Eskilerde; yani Kadir Bayırlı’nın çocukluk yaşlarında iken, bu sahil bomboş tabii ki. Genellikle kırkım yapılan küçükbaş hayvanlar ile harmanı döven büyükbaş hayvanlar bu güzel koyda yıkanır ve aynı zamanda dağdan gelen yavan su ile de hayvanları durularlarmış. Aynı zamanda bu yavan su, başka amaçlar için de kullanılırmış. Yukarıdaki köyler; Yaka ve mahallesi Kumyer’in erkekleri kızları, Yaseful dediğimiz tepeden Gerence’ye doğru patikadan inerlermiş. Bu patikayı şimdilerde kullanmıyorlar. Erkekler sahilde denize çıplak girerlermiş. Kızlar da akşam üzeri veya gece denize çıplak girerlermiş. Kimseciklerin uğramadığı o yıllarda bu gençler bu güzelim koylarda özgürce davranır ve günlerini denizde geçirirlermiş. Hatta Yaka Köyden İpek Güllü diye bir genç kızımız, bu sahilde arkadaşları ile eğlenirken, bir yat kaptanı ile tanışır ve birbirlerini severler. İpek Güllü, sevdiği adamın arkasından giderek yıllarca yuvasına dönmez. Ta ki Aydın adında bir erkek çocuğu ile yıllar sonra Yaka Köyüne dönüş yapana dek… İpek Güllü (Hamdi ile karısının kızı; Hamdi Dede, Yaka köyünden; gözleri görmeyen), sonraları hayatını oğlu ile birlikte İzmir’de sürdürür. Bu arada bu koyları çok iyi bilen Halikarnas Balıkçısı da “Aganta Burina Burinata” adlı eserinde kızların güpegündüz denize çıplak girdiklerinden söz eder.

Bu konuya niye girdim? O yıllarda bu koylar o kadar sakin ve bakir ki; insanlar çok rahat bir şekilde denizi kullanırlarmış. Ben bile 1980’li yıllarda bu sahilde Yakaköy’den rahmetli Hestim Dede’nin denize çıplak girdiğini hatırlıyorum. Ancak bu güzelim koy, son yıllarda artık akvaryum adıyla anılmaya başladı. Dışarıdan gelenler bu yeni adı koydular. Oysa akvaryuma benzetilen bu güzelim koy yöre insanı tarafından yüzlerce yıldır kendi adı olan “Gerence” olarak bilinirdi. Akvaryum benzetmesi, çok abes bir benzetme bence. Çünkü Akvaryum sonuçta insan yapımı bir cam kap içinde üç beş balığın barındığı bir suni mekân… Oysa Gerence, bana göre binlerce yıllık bir birikimin sonucu oluşmuş bir ekosistem… Ne yazık ki son yıllarda bu koy, yüzlerce arabalı turiste ev sahipliği yapmaya başladı. Aslında bütün köy halkı bu durumdan rahatsız, ama yapacak bir şey yok. Gerçekte insan ihtiyacını karşılama anlamında hiç bir tesis ve alt yapı olmayan bu güzelim mekânda insanlar kendi gerçeklikleri ile baş başa bırakılmakta. Her gelen yabancı, rastgele oralarda yatıyor, kalkıyor ve doğal ihtiyaçlarını gideriyor. Gerçekten bölge yaz aylarında sıcağın da etkisi ile kötü kokmaya başladı.

Ben bu düşüncelerle bu noktaları geçerken, gün henüz ağarmamıştı. Doğruca hedefim olan Akçabük’e doğru düzgün adımlarla yürümeye devam ediyorum. Bu arada benim gibi sabah yürüyüşü yapan pek çok yerli ve yabancı insan söz konusu bu parkurda ve siluetlerinden önce sesleri ulaşıyor kulağıma. Kadınlar, erkekler, bu güzel parkurda yürüyorlar. Hatta bazen karşı taraftan da gelenler de oluyor. Yani Mesudiye ya da Hayıt Bükü’nden yola çıkanlar ile yolda karşılaşıyoruz. Hafif gülümsemelerle başlatılan dost bakışlar… Bu parkur sayesinde ben bile pek çok dost ve arkadaş edindim. Bu denize paralel yol aslında yeni açıldı. Eskiden insanlar Mesudiye’de gitmek için Akçabük’te Koreli Amca’nın evinin yanından dağa tırmanırlarmış. Zor bir yol ve dik yamaçları olan dağı aşmak zorundasınız. Buralarda düğünler komşu köylerin de katılımı ile gerçekleştiriliyor. Mesudiye’de düğün olduğunda bu yörenin bütün köylüleri buradan dağa tırmanırlar ve Karaballık dedikleri mevkiden Avlana’ya inerlermiş. Ya da küçük motorlu kayıklarla da denizden giderlermiş. Ancak az sayıda kayıkla, sınırlı sayıda insan taşınır Mesudiye’ye. İşte Akçabük denilen bu koy, aynı zamanda rahmetli Koreli Amca’nın mekânı ve adıyla örtüşen beyaz bir yer... Burada yakmak dediğimiz büyük taşların altında balık yuvaları vardı bir zamanlar. Köyün gençleri sürekli bu yakmaların altını dolaşırlar ve oralarda orfoz dediğimiz ve bu yörede de karabalık olarak bilinen o güzelim balıkları avlarlardı. Ne yazık ki son yıllarda bu kocaman taşların altı bazı profesyonel balıkçılar tarafından temizlendi. Akçabük de zaten günümüzde artık telle çevrildi. Yıllar önce burası Asım Çuhadar tarafından albaylara satılmış diye bilir ve duyardık. İşte birileri son yıllarda burayı çevirip kamping yaptı. Artık sahil tamamen bu yerin sahiplerine ait oldu.

Ben yürüyüşüme devam ederken hava hafifçe ağarmaya, aydınlanmaya başladı. Görünen manzara gerçekten ürkütücü idi. Yukarıda kara bulutlar iyice alçalmış ve deniz de sahili dev dalgaları ile ha bire dövmekte... Yağmur başlarsa eğer, sığınacağım bir mekân da buralarda var. Koreli Amca’nın evi yola çok yakın. Amcamızı kaybedeli epey oldu. Ancak Akile Nine sağlıklı ve çok sevecen, cana yakın. Birisi gelsin de sohbet edeyim diye dört gözle bekliyor. Yıllarca bu dağlarda yüzlerce keçiyle gezindi Nine. Düşünün her gün sabah altıda keçilerini ağıldan çıkarıp dağlarda arkasından koşturan bir nine… Bir genç kız kadar ince ve zarif Ninemiz, ne yazık ki son yıllarda o güzelim keçileri bazı nedenlerden dolayı elinden çıkardı. Koreli Amca sağlığında keçilerle uğraşmazdı. Onu zaman zaman sahilin bir kafesinde önünde bir avuç leblebi ve bir duble rakı ile görürdük. Çok sevimli ve verici bir adamdı. Kendileri Sındı Köyü Zeytincik Mahallesinden olup buralara sonradan gelip yerleşmişler. Hatta 1960’lı yollarda Mersincik Çiftliği el değiştirince, yeni sahibinin isteği üzerine Koreli Amca, ailesi ile birlikte çiftliğe göçer. Koreli Amca’nın kızı, henüz daha onlu yaşlardadır ve aileye yüzlerce keçi alınır ve çocuk yaşta Ayşe bu keçileri Gocadağ’da gütmeye gönderilmektedir. Sonraları bu aile tekrar geri döner ve Akçabük’e yerleşir. Ben her sabah yürüyüşünde iken, Akile Nine keçileri dağa çıkarırdı. Koreli Amca da bastonu ile Palamut Bükü’ne gelirdi. Herkes onu çok severdi. Oradan geçerken aklıma neler geldi gördünüz.

Ben Kurubük’ü gören Yalı Burnu’na doğru yol alırken, özellikle Burun pek çok insanın seyir yeri olarak işlev de görüyor. Ben de orada hafif bir soluklanıyorum. Bir masa üzerinde oturup, denizin derinliklerine doğru dalıyorum. Karşıda Sömbeki (Simi), onun ilerisinde Rodos ve sağında da İlleki Adası... Başka bir ifade ile meşhur On İki Adalar...

Yeri gelmişken bir olayı aktarmak isterim. Bu günlerde Rodos Adasından emekli Zeki Tülü Abi döndü dolaştı, yine atalarının köyüne yerleşti. Babası Kadı Amca, yıllar önce sanıyorum; bu adalar İtalyanlarda iken beş arkadaşı ile Rodos’a çalışmaya gitmişler. O sıralarda bu adalar Yunanlılara geçince dört arkadaşı korkup geri dönmüşler. Kadı Amca orada kalmış ve Belediye’de şoförlük yapmaya başlamış ve yine oradan bir Türk kızı ile evlenip oraya yerleşmişler. Zeki Abi de orada doğmuş, ama eşini Yaka köyden seçmiş. Zeki Abi, artık tamamen döndü ve burada yaşıyor. Orada yıllarca pastacılık sektöründe çalışmış. Bir gün tesadüfen Rodos Adasında limana bir tekne yanaşmış ve tesadüf bu ya; Zeki Abi de Türkçe olarak tekneye yardımcı olmuş. Tekneden çıkanlardan birisi Rahmi Koç, diğeri de Selçuk Yaşar imiş. Tanışmışlar. Zeki Abi, onları çalıştığı mekâna götürmüş ve bir şeyler ikram etmiş. Selçuk Yaşar, yediği şeylerin lezzeti ile Zeki Abi’ye iş teklifinde bulunmuş, ama o kabul etmemiş bu teklifi.

Ben bu burunda dinlenirken bunları hatırladım ve yavaşça yerimden doğrulup yola koyuldum. Bu noktadan Kurubük plajına iniş gayet rahat. Burun, Mesudiye-Hayıt Bükü yolunun tam yarısı eder. Demek ki; bir o kadar daha yolumuz var. Kurubük, bir aralar medyada gündem oldu. Özel bir şirkete peşkeş çekilmek istendi, ama buna müsaade etmedi halk. Ama her şeye rağmen Kurubük, çok doğal ortamı ile bütün yaz insanların ilgisini çekiyor. Bu büke iniş çok rahat, fakat tırmanış da o kadar zor. Zaten yokuş çıkılınca Mesudiye’ye ulaşmış say kendini. Kurubük inişi gibi Mesudiye Ova Bükü sahilini göre göre aşağıya inersiniz. Bu arada yıllar önce bir büyüğümün sandalı ve ağları vardı, bende ona yaz aylarında yardımcı oluyordum. Büyüğüm Köy Enstitüsü çıkışlı emekli öğretmen Refik Selçuk idi. Tonton, çok sevimli; aynı zamanda birden parlayan bir abimizdi. Rahmetli oldu. İşte o yıllarda biz iki kişi, buralara ağ atmaya geliyorduk ve bu yerlerde banko diye çok büyük bir taş vardı. Oradan sandalımızla geçerken çok dikkatli olurduk. İşte bu bankonun altları balık kaynardı. Biz de bol bol balık yakalardık. Bu arada sevgili tonton hocamı hatırlamış oldum. Bu hatırlamalarla yoluma devam ederken karşıda Mesudiye Ova Bükü beni karşılıyor.

Mesudiye’ye Batıdan girişte sizi sol tarafta Avlana karşılar. Yani başka bir deyişle; Batıdan girdiğinizde Datça istikametine giden yolun bir noktasında sola dönerseniz, bu yol sizi Avlana’ya götürür. Devam ederseniz eğer, Bahçe Arası ve daha da yukarısı Dam Arası ile yukarıda Betçe Datça Ana Yoluna çıkarsınız. Biz bu arada Avlana’dan geri dönelim ve yönümüzü Ova Bükü’ne çevirelim ve sahile inelim. Ova Bükü sahilinde birçok pansiyon apart otel görürsünüz. Sahil yolundan Hayıt Bükü istikametinde, tam sahil bitiminde Adatepe’ye çıkıp; hem seyir, hem de orada antik yerleşimi gözden geçirebilirsiniz. Adatepe gerçekten Mesudiye arka planı ile Hayıt Bükü’nü gören bir yerdir.

Palamut Bükü’nden tam 7 km.lik yolu tamamlayıp, o güzelim koyda dutların dibinde çaylarınızı içmek, sizleri bambaşka bir dünyaya götürür. Burada beni karşılayan dostlar var. Emekli öğretmen Tuncer Curacı, bir zamanlar Mesudiye’de muhtarlık yapmış Mustafa Coşar ve İstanbul’un meşhur terzilerinden; hatta artistleri de giydirmiş Savaş Öztürk kardeşim... Bu insanlar bu yörenin temel karakteristiklerini fazlası ile yansıtıyorlar. Doğal, karşılıksız bir sevgi ve karşılama ile birlikte yerli bir ağız ile anlatılan hikâyeler… Sıcacık ve katıksız... Geçmişte insanların yaşadıkları zorluklar... Çaresizlikler ve yokluklar... Bütün bunlara karşın mücadele azimleri, bir tencerede pişen yemekler ve geç kalırsan aç kalma dürtüsü ile sallanan kaşıklar… Ortadaki tencerede pişen ya hava çorbası ya da tarhana... Geç kalırsan, aç kalırsın. Sofraya sen de sıkış ve kaşığını hazırla. Gerisi yok bunun. Bunları dinledikçe, insan nereden nereye demekten kendini alamıyor. Mesudiye, çok geniş arka planı olan bir yerleşim yeridir. Arka planda Mezgit var örneğin. Caminin olduğu mekân… Daha doğrusu Hayıt Bükü’nden Datça’ya gitmek isterseniz, bu yol sizi Mezgit içinden geçirir. Mezgit’in biraz ilerisinde, Maşat Çukuru var. Daha yukarıda ise Döşeme dediğimiz ve çok eskilerde Betçe’yi Datça’ya bağlayan yol… Döşeme, bir dağın beli gerçekten döşenerek daracık bir yol açılmış. Zamanında bazı kazalar olmuş, kamyonlar uçmuş ve ölenlerde olmuş bu uçurumda. Gerçekten karşıdan bakıldığında insanı ürküten bir görüntüsü var bu yerin. Ne yapsın insancıklar; yayan da olsa o yolları aşarak Ağca denilen bir yere ulaşmışlar.

Ağca artık günümüzde anılmıyor, buna rağmen Mesudiye’nin Datça çıkışında su kaynağı olan güzel bir yer... Şimdi artık Gocadağ’ın Radar yolu imdadımıza yetişti ve bu Radar yolu Betçe’den gelen yol ile birleştirildi. Döşeme yolu iptal edildi. Biz şimdi isterseniz bu geniş olan arka plandan inelim Hayıt Bükü’ne. Hayıt Bükü küçük ve hoş bir koy. Bu koydan doğuya doğru giderseniz, bu yol sizleri Kızıl Bük değirmenlerine götürür. Bu değirmenler, yıllarca Betçe’de Kızıl Bük’ün suyu ile dönen hayli faal değirmenler olmuşlar. Ne yazık ki artık günümüzde kaderine terk edilmiş durumdalar. Ne olduysa 1950’den sonra Amerikan Yardımları ile ülkemize sokulan mazotlu motorlarla birlikte olmuş; gerek su, gerekse rüzgâr değirmenleri zamanla önemini yitirerek gündemden düşmüş. Şimdilerde onlar da zamanın tahribatına açık durumda kaderleriyle baş başalar. Oysa zamanının büyük ustalarının elinden çıkan bu güzelim yapılar bu gidişle yok olmaya mahkûmlar.

Yılların yalnızlığı ile baş başa kalan bu yapıları terk ederek dönüş yolculuğuma başlamaya karar verdim. Bu gün de Palamut Bükü’nden başlayan yürüyüşüm, Kızıl Bük Değirmenleri ile son bulmuş oldu. Bu değirmenlerden bir tanesi Avni Kaya’ya ait, diğeri ise Hamdi oğlu (Emekli öğretmen Hilmi Okur’un babası) ile son değirmen de Koca Mustafa oğluna aitmiş. Bu arada yürüyüş sonlandı derken değirmen sahiplerini hatırlattım sizlere. Ben sözlerime devam ediyorum ve mesafe derseniz ben de şöyle tahminen bir 10 km derim ve meseleyi kapatırım. Bu arada unuttum. Sabah yağmur lodosu keser diye bir söz etmiştim. Henüz lodos kesilmedi. Kara bulutlar da iyice alçaldı.

Yazar hasan doğan

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış