Sahnedeki Efsane: Genco Erkal ve İzleri

Geçtiğimiz yıl bugün, 31 Temmuz'da sonsuzluğa uğurladık epik tiyatronun üstadı Genco Erkal'ı. Ardında Türkiye'nin toplumcu gerçekçi sanatında, epik tiyatro geleneğinde ve bu yolda emek veren sanatçıların üzerinde derin izler bırakarak devretti görevini. Sonsuz ışıkla anıyoruz büyük Usta'yı.

Sahnedeki Efsane: Genco Erkal ve İzleri

Yıl 1975… Henüz 12 yaşındayım. İlkokul bitmiş ve İstanbul'a gelmişim. Küçük, eski bir kentin sükûnetinden çıkıp, yeni büyük bir şehrin kargaşasına alışmakla geçiyor günlerim. Küçük eski kentte şiir okumak, bayramlara ya da 10 Kasımlara sığdırılmış bir hamasetten ibaretti. Şiir uyakla ve heyecanla, bayramdan bayrama herkesin önünde, elde mikrofonla, kasıla kasıla okunan bir şeydi o zamana kadar…

Bir gün, abim beni tiyatroya götürecek. Nasıl da heyecanlıyım. İstiklal caddesi upuzun ama o kadar da eğlenceli o zaman. Yolda giderken yılların "İnci"sinde "profiterol"ü tanıdım. Öyle de bir tat varmış meğer. O gün bugündür, tiyatro benim için hep lezzetli bir profiterol tadındadır. Sonra tamamen dolu bir salon. Karanlığın içinden yumuşacık bir ses. "Hava kurşun gibi ağır" diyerek ufak tefek bir adam çıkıyor sahneye, tek başına. O ufacık adam iki saat boyunca sahnede büyüdü büyüdü büyüdü.

İşte o günlerde tanıdım Nazım Hikmet’i. Sahnede Genco Erkal’ın ağzından ustanın şiirlerini ağzım açık dinledim. Heyecan, hüzün, hırs, sevgi, sevinç, umut hepsi birbirine karıştı. İnsana dair tüm duygular sıraya girdi, bir resmigeçit edasıyla geçip gitti içimden. “Kerem Gibi”yi ilk kez o yıllarda sahneliyordu Genco Erkal, adı İstiklâl olan kocaman bir caddenin eski bir salonunda, çok görmüş geçirmiş bir sahnede.

İlkokul yıllarında her 10 Kasım ve 23 Nisan'da hamaset yüklü şiirler okuyan ben, ilk kez kafiyesiz şiir olabileceğini, kahramanlardan değil, halktan ve haktan bahseden şiirler olduğunu ve şiirin bağıra çağıra değil, aşkla canlı canlı okunabileceğine tanık oldum. Nazım Usta ve Genco Üstat bir oldular, kanıksanmış bir ezberi bozdular. Demek ki  şiir hayatın ta kendisiymiş. İçten gelirmiş, bilince çıkarmış. Sadece kahramanlık hezeyanlarını değil yaşamanın heyecanlarını da dillendirebilirmiş. Okuyanın cafcaflı nidalarıyla, bildik bir hamaseti gazlayarak dinleyenleri körleştirmeye değil, tam tersine, sükunetle ve suhuletle söylenen en yaşamsal anlamlarla, izleyenin yüreğindeki yabancılaşmayı aklın düzeyine yükselterek, bir daha asla kararmayacak bir aydınlığın yolunu açabilirmiş şiir. O gün gördüm, duydum, anladım.

Evet! Ta o zaman da

Hava kurşun gibi ağır”dı ve Genco Erkal
Bağır
        bağır
                bağır
                        bağırıyor…
Koşun
         kurşun
                erit-
                    -meğe
                            çağırıyor…”du.

O gün çok şey değişti hayatımda, ilk işim “her şeye rağmen kurşun eritmeyi” öğrenmek oldu… O gün bugündür, dünyayı değiştirebilmek için, hayatı anlamaya çalışmakla geçer oldu günlerimiz. Dünyayı sanatın kurtaracağına o zamandan inanmıştım. Sonra, yıl 1983 olmalı, 12 Eylül karanlığı ülkenin üstünde. Üniversitedeyiz. Boş oturacak değiliz ya. Genco Erkal ve Dostlar Tiyatrosu, Brecht'ten "Galileo Galilei" oynuyor... İTÜ'de üç yüz kişiyi aşkın bir örgütlenmeyle, Tünel'e yakın Baro Han'ın en alt katındaki tiyatro salonunu kapatmışız. İki saat boyunca, sahnede engizisyon mahkemesinin karşısında "ama dünya güneşin etrafında dönüyor" diyen Genco Erkal'ı izliyoruz... Finalde "Gece nasıl?" sorusuna "aydınlık" diye cevap veriyor. Sonra dakikalarca alkış, kıyamet, hepimizin gözleri ışıl ışıl. Sonraki yıllar, sırasıyla “Yalınayak Sokrates”, “Ben, Bertolt Brecht”. Her bir oyunun izleri derindir belleklerimizde.

İyi ki Genco Erkal ile ilk gençlik yıllarında karşılaşmışım. Üniversitedeyken, her fırsatta, hep birlikte tiyatro salonlarını doldurmaktı bir araya gelmenin en güzel yolu. Sonunda bu yol, çoğunluğu mühendislik öğrencisi, şiir, müzik ve tiyatro sevdalısı onlarca genci yine tiyatro sahnesinde buluşturdu. Sahne bulamayınca, bazen evlerde, bazen inşaat hâlindeki salonların talaşları üzerinde çalışan, adı amatör ama ruhu profesyonel disiplinle yoğrulmuş, kendi tiyatro grubumuzu oluşturduk, adına da “Genç Oyuncular” dedik. 1960'larda, üstat Genco Erkal ve arkadaşlarının yarattığı üniversiteli "Genç Oyuncular" efsanesini sürdürmek iddiasındaydık. Kısmen de başarılı olduk sayıyorum, o gruptan pek çok arkadaşımız, hâlâ o tiyatro ve sanat sevgisini sahnelerde veya sahne arkasında, yine aynı disiplinle sürdürüyor.

O efsane hep yaşıyor ve yaşayacak. Altmış yılı aşkın bir süredir hep sahnede, daima "genç" ve daima “aydınlık” saçan, nice genç yüreği ısıtan ve beyinleri ışıldatan, ardıllarına örnek, gerçek bir sanatçı, halkın ve hakkın sanatçısı hiç ölür mü?

O sonsuz aydınlık hep ışıldayacak artık göklerden belleklere.

(*) Bu yazı "Kolektif BERFİN BAHAR" dergisinin Ekim 2024 - 320. sayısında yayınlanmıştır. 

Yazar can çınar

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış