laf ağza sakız olunca anlamını yitiriyor. ağızdan ağıza dolanırken bağlamını, ortaya çıktığı anki gerekçelerini kaybediyor. onu bağlamından, gerekçesinden çok uzakta tekrarlayanlar ya papağanlık ediyor ya da o lafı söylemek için farklı gerekçeleri var. fakat onlara sorsan ne söylediklerinin bilincindeler, lafın bağlamına da çok bağlılar.
falanca demiş ki yeni bir dile ihtiyaç var. sonra bu lafı herkes tekrarlıyor. çok büyük bir lafmış gibi laf dönüyor dönüyor. fakat ufukta ne yeni bir dil ne de bir dil görünüyor. dilin çünkü yenisi olmaz. dil, dildir. amacı egemenlik kurmak olan bir rejim. yeni bir dile ihtiyacımız yok. aksine, dilden kurtulmaya ihtiyacımız var.
niye bu kadar çok yazıyorsun cüneyt. buna lacan cevap versin, jung cevap versin. ben bilemem bunun ardındaki ruhsal dinamikleri. lady macbeth’in elindeki çıkmayan kan lekesine benzer “dil”. dilime yapışmış çıkmıyor. bütün konuşmalarım, yazmalarım bir lady macbeth refleksi. çık dilimden kanlı dil! çıkmıyor.
dün sınıfta çeviri sorunu üzerine sohbet ediyorduk öğrencilerle. ben çevirinin imkânsız olduğu tezimi yineledim. ece ayhan’dan iki dize söyleyip, bırak dedim bu dizeleri herhangi bir yabancı dile çevirmeyi, türkçeye bile çeviremezsin. şiir dostlar, dile karşı girişilmiş bir gerilla hareketidir, eşkıyalıktır.
ece ayhan’a bir maliyeti oldu şiirinin. oysa bize yeni bir dil gerek diyenler, hiçbir maliyet ödemeden, konforlu koltuklarında yeni bir dil arıyor. lady macbeth, şehvetinden vazgeçmeden elindeki kanlı lekeyi çıkarmaya çalışıyor. bu mümkün mü acaba. yaşamını dönüştürmeyen dili dönüştürebilir mi. sen ne dersin dostum.
şairlere, edebiyatçılara övgü babında ‘türkçenin incisi’ gibi yöneltilen sıfatlar olsa olsa hakarettir. şairler, edebiyatçılar, filozoflar her zaman kendi dillerine karşı mücadele veren âsiler. kişi, yaşamıyla hisleri yani ruhsallığı arasındaki ikiliği -ki bu ikiliği dil yaratır- sadece kendi elleriyle kurduğu özel dil karşıtlığıyla aşabilir.
ancak o özel dil ile yaşamımızı anlamlı kılabiliriz. çünkü verili, dayatılmış, bize egemen olmuş dil hislerimizi, gerçekliğimizi anlatacak yeterlikte değil; buna karşılık hislerimizi manipüle edecek, bastıracak, genelleştirecek güce, kudrete gayet sahip. verili dil bizi uyumlulaştırır, uyuşturur, aptallaştırır, ruhsuzlaştırır.
ne verili dili yüceltip övmek, ne de içsel yahut dışsal yaşamımızı değiştirmeksizin yeni bir dil arayışını önermek toplumcak gelişmeye en ufak bir katkı sağlamaz. sen ne dersin dostum. verili dille barışık toplumsal bir mücadele mümkün mü. yahut o, gerçekten bir mücadele midir. kalıp içinde kalarak kalıplar aşılabilir mi.
ne demiş edip cansever, “kuru gözler kuru şeyleri hiç göremezler ve düş içinde yaşayanlar düş içindekileri.” bu pirinç daha çok su kaldırır. bir yerde durmalı. can yücel’le duralım, “nefeslerle sürüp giden yaşamamız / bir su kenarına gelir durur / ekmekten, şaraptan öte nimetler vardır / yürünmez öyle hep, bazen susulur.”
Yorumlar (0)