Devlet babayı kızdırmanın olağan ve olağanüstü halleri: Bir katliamın anatomisi
(2. bölüm)
Yazının önceki bölümü için tıklayınız.
“10 Ekim Katliamı…”
10 Ekim 2015’te, Ankara Gar Meydanı’nda, iki IŞİD mensubunun gerçekleştirdiği canlı bomba saldırısının neden cumhuriyet tarihinin en büyük terör saldırısı ve en büyük katliamlarından biri olduğunu açıklamak gerekiyor “katliam” kelimesinin bu olayda kullanılmasını aklı almayanlara. Tarihi buradan yazabilmek için bu mücadeleyi de diğerleriyle birlikte vermek zorundayız.
Ama önce Ankara Garı’na çıkan yollara bakmak gerekiyor.
AKP’nin kurulduğu günden bu yana ilk kez tek başına iktidar olma şansını yitirdiği 7 Haziran 2015 seçiminden sonra yaşananlara…
Bunun için de seçimin öncesine, coşkuyla yürütülen çözüm sürecine bakmak lazım. İmralı’ya heyetlerin gittiği, TBMM’de komisyon kurulmasına karar verildiği, PKK’lıların Türkiye’den çıkma kararı aldığı ve çıktığı süreç, Dolmabahçe Mutabakatı adı verilen, AKP ve HDP’li heyetlerin üzerinde uzlaştığı ve imza altına aldığı maddelerin açıklanmasından sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle “buzdolabına kaldırıldı.”
Erdoğan, bu mutabakatı kabul etmediğini bildirdi ve zaman içerisinde mutabakat unutulan bir metne dönüştü.
Zira anketler iç açıcı değildi. HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın kendisine de cezaevi yolunu açan, “Seni başkan yaptırmayacağız” konuşmasını yaptığı grup toplantısı da AKP’nin ipleri koparmasına yol açmıştı. Dönemin bakanları, AKP ileri gelenleri, HDP’ye örtülü ya da açıktan defalarca seçime parti olarak girmeme, bağımsız adaylarla girme mesajı gönderdi. Zira yüzde 10’lık barajı geçmeleri, AKP’nin de tek başına iktidar olabilme barajının altında kalmasına yol açabilecekti.
Öyle de oldu. AKP ilk kez tek başına iktidar olabilmek için yeterli oyu alamadı. Koalisyon kaçınılmaz görünüyordu. Daha sonra AKP ile ittifak ortağı olan, Erdoğan’a başkanlık yolunu açan, o dönem amansız bir Erdoğan muhalifi olarak görünen MHP lideri Devlet Bahçeli koalisyon senaryolarına seçimden birkaç saat sonra tamamen kapıyı kapatana kadar.
Bahçeli’nin koalisyon senaryolarına kapıyı ilk günden itibaren kapattığı bu süreçten, hükümet kurulamadığı için 1 Kasım’da yapılan ve AKP’nin yeniden tek başına iktidar olduğu yenileme seçimine kadar geçen 146 günlük dönemde, çözüm süreci sonlandı, cumhuriyet tarihinin en büyük terör saldırıları gerçekleşti.
Sadece Suruç ve Ankara’daki IŞİD saldırılarında 136 kişi katledildi, aynı süreçte 167 güvenlik görevlisi hayatını kaybetti.
Resmî açıklamalara göre, 453 PKK’lının öldürüldüğü o dönemde, çatışmalarda 106 sivil can verdi.
*
Bu kaba özetle sınırlamayalım ve kayda geçirelim.
Koalisyon görüşmelerinden sonuç çıkmayınca, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Davutoğlu dışında bir ismi ikinci kez hükümeti kurmakla görevlendirmedi ve 26 Ağustos’ta anayasa gereği yenileme seçimi yapılması kararı verdi. Cumhuriyet tarihinde örneği olmayan bu süreçte, 1 Kasım’daki seçime kadar seçim hükümetinin ülkeyi yönetmesi gerekiyordu. Anayasa gereği tüm partilerin hükümette temsil edilmesi zorunluluğu vardı. Davutoğlu, TBMM’de temsil eden partilerden kendi belirledikleri isimlere bakanlık önerisi yaptı. CHP ve MHP, bu süreçte hükümete bakan vermeyeceğini açıkladı. HDP’den iki ismin yer aldığı kabineye girme teklifini partisinin kararına rağmen kabul eden MHP’li Tuğrul Türkeş, Başbakan Yardımcısı oldu. Türkeş, daha sonra MHP’den atıldı, AKP saflarına geçti.
Kan dökülen süreç seçimin ardından da devam etti. 1 Kasım seçiminden sonra Ocak 2016'da Sultanahmet’te IŞİD yabancı turistlere yönelik saldırı düzenledi. Şubat ayında Ankara Merasim Sokak’ta, PKK, askerlerin servis araçlarına bombalı saldırı düzenledi. Mart ayında da Kızılay’daki otobüs duraklarına yönelik bombalı saldırı gerçekleştirildi. Yine Mart’ta İstiklal Caddesi’nde IŞİD bombalı saldırı yaptı. Bunu Nisan’da Bursa’daki IŞİD saldırısı izledi. (3)
2016'nın son bölümünde “hendek operasyonları” başlatıldı. Cizre, Sur, Yüksekova başta olmak üzere yerleşim yerlerindeki operasyonlar bir yıla yakın süre devam etti.
15 Temmuz 2016’da darbe girişimi yaşandı. Hemen ardından 20 Temmuz’da olağanüstü hâl ilan edildi ve iki yıl boyunca uzatmalarla OHAL devam etti. Bu süreçte başkanlık sistemi referandumu yapıldı ve sistem değişti. Ardından Erdoğan, yapılan seçimde ilk başkan seçildi.
*
Ankara Garı’na giden yolların öncesi ve sonrası böyle. Çözüm sürecini bitiren bomba ve kurşunlardan başkanlık sistemi oylamasının yapıldığı olağanüstü hâl dönemine, buradan bugünkü iklime uzanan bir yoldan söz ediyoruz.
Patlayan bombalar ve yapılan operasyonları durdurmak için “Barış Mitingi”nde bir araya gelen insanların katledildiği 10 Ekim 2015 Ankara Garı Katliamı’nın hikayesini bin bir açıdan anlatabiliriz.
9 yaşında Gar Meydanı’nda ölen küçük Veysel’in gözünden, yaralıların üzerine gaz bombaları atılmasının üzerinden ya da IŞİD’li iki canlı bombanın ailelerinin başvurularına rağmen takip edilmemeleri, yüzlerce kilometre yolu üzerlerinde bombalarla gelmeleri, Gaziantep’teki takip edilmeyen IŞİD hücrelerinin etkinlikleri, Suruç’ta kendini patlatan canlı bombayla, Gar Meydanı’ndaki canlı bombalardan birinin kardeş olmaları üzerinden… Hepsi mümkün.
*
Ama benzer “olayları” anımsayarak ilerleyelim.
Van Özalp’te hayvan kaçakçılığı yaptıkları iddia edilen 32 köylünün 3. Ordu Komutanı Mustafa Muğlalı’nın emriyle öldürüldüğü, birinin kaçmayı başardığı katliam.
Demokrat Parti’nin girişimiyle, Muğlalı yargılandı ve 1950’da idama mahkûm edildi. Ancak Yargıtay bu kararı bozdu. Yeniden yargılama yapılacağı sırada Muğlalı öldü.
Muğlalı, kurşuna dizme emrini verdiğini kabul ediyordu. Ahmed Arif’in “33 kurşun” şiiriyle de katliam simgesel olaylardan biri haline gelmişti.
Fazla gelmiş olacak ki 2004’te Van Özalp’teki sınır taburunun ismi, “Mustafa Muğlalı Kışlası” yapıldı. 2011’de, çözüm süreci devam ederken bir zahmet bu isim değiştirildi.
Dosya “kaçınılmaz hata” olarak kapatıldı ve tek bir kişi yargılanmadı.
Sonra yeniden geriye gidelim. Devletin daha “görünmez” olduğu olaylara…
Ve buradan yeniden 10 Ekim’e dönelim, Ankara Gar Meydanı’na…
*
Ama dönmeden önce bu gizli, silik failliği biraz anlamaya çalışalım. Devletin ve devletle iç içe geçmiş iktidarların ortak özelliklerine… Neleri hak görüp görmediklerine…
“Meşru şiddet” kavramına.
İtalyan düşünür Giorgio Agamben’in ifadesiyle meşru şiddet hukukun geri çekildiği ancak devletin baki kaldığı anlarda ortaya çıkar (4). Egemenlik ve şiddet arasındaki ilişkiye vurgu yapan bu ifade esasında birçok düşünürün üzerinde kafa yorduğu ve adına “egemenliğin paradoksu” denilen tartışma bütünün konusunu oluşturur.
Bu tartışma bütünü önemli zira neden 10 Ekim’i bir kesimin katliam olarak nitelendirmediğini de anlamamızı sağlayacak.
Devletler, bir biçimde “devlet ve hukuk”, “adalet ile şiddet” arasındaki bağı silikleştirmek ister. Devlet kelimesinin yerine iktidar kelimesini koymak da mümkün. Ancak bu çaba görmemize engel değil elbette.
Modern kapitalist devletin, hukuku, insan haklarını, toplumsal sözleşmeyi esas aldığı konusunda bir ısrarı var ve hepimizin buna inanması isteniyor.
Egemenliğin paradoksu da burada devreye giriyor. Bu paradoksu anlamak için iktidarın ölüm ve yaşam üzerinde sahip olduğu karar verme hakkına bakmak ufuk açıcı. Çünkü egemenin egemenliğinin kaynağı tam da burada yatıyor.
*
Max Weber’e göre devlet sadece yeryüzündeki en yüksek güç değildir aynı zamanda yine bu sebepten dolayı yaşam ve ölüm üzerinde de söz hakkına sahiptir. Egemenliğini korumak ve yeniden üretmek için yurttaşlarının ölümüne karar verebilir. (5)
Egemenliğin paradoksu üzerine yaptığı tartışmalarla öne çıkan Carl Schmitt de devletin bu özelliğine savaş olgusu üzerinden vurgu yapar. Düşünüre göre devlet savaşma olasılığını ve böylelikle insanların yaşamları üzerinde açıkça tasarrufta bulunma yetkisini elinde bulundurur. Çünkü insanların yaşamları üzerinde sahip olunan bu yetki egemenliğin kaynağıdır. (6)
Agamben, bunu “biyo-iktidar” kavramıyla tanımlar:
“İnsanların yaşam hakkı kadar ölüm hakkını da iktidarlar ellerinde bulundurur.” (Agamben age.)
Şiddet iktidara içkindir. İktidarı ortaya çıkartan unsur bedene uyguladığı yasaklardır. Yasaklama ilişkisi ile karakterize olan iktidarın hedefinde dün olduğu bugün de çıplak hayat vardır ve her yasak bir denetim ilişkisi dolayısıyla şiddet içerir. İktidarın toplumu düzenlemek için düzenlediği çıplak hayat her zaman meşru şiddetin nesnesi olmuştur.
Agamben, bu noktada ilk iktidar ilişkisine dikkati çeker. “Nomos” artık temel kuraldır. Kurala uymayanın öldürülmesi de meşrudur. Eski Roma hukukunda, özgür bir insanı kasten öldüren bir kişi katil sayılır. Ancak bir de “özgür olmayanlar” vardır. Bugünkü özgürlük tanımı gibi değil. Özgürlüğe hakkı olmayanlar. Bunlar “homo-sacer” dir. Öldürülmesi cinayet sayılmayan ancak kurban da edilemeyecek kadar temiz görülmeyen insan… (Agamben age.)
Aristoteles’in toplum kuramlarına atıf yapan Agamben’e göre, bir kimsenin homo-sacer olarak konumlanması, egemenin egemenliğini tehdit etmesi ile mümkündür.
Bunu Schmitt tamamlar:
“Egemen, hukuk düzenin aynı anda hem dışında hem içindedir. Eğer egemen gerçekten hukuk düzeninin, kendisine istisna durumunu belirleme ve dolayısıyla da yürürlükteki düzeninin gerçekliğini askıya alma yetkisi verdiği kişi ise, o zaman, egemen hukuk düzenin dışında bulunmasına rağmen düzene aittir; çünkü, bu durumda anayasanın in toto(tamamen) askıya alınıp alınmayacağına karar vermek bu kişiye düşer.”
Carl Schmitt’e göre, yasa, ne kadar detaylandırılırsa detaylandırılsın, ortaya çıkabilecek durumların hepsini (ki bunlara kendisi için tehdit oluşturabilecek durumlar da dâhildir) tanımlayamaz. Dolayısıyla bu durumlarda alınması gereken tedbirleri de belirleyemez. Yine de düzeni korumak adına yapılabilecek bir şey vardır: birini (burada söz konusu olan bir kişiden ziyade bir konumdur) istisnai bir durumun ortaya çıktığını tespit etme ve bu durumda ‘gerekli’ kararları alma yetkisiyle donatmak… Schmitt’e göre bu yetkiye sahip olmak egemenliğin temelidir, çünkü olağanüstü hâl ilan edebilen kişi, yasal düzenin içinde var olduğu halde, kendisini onun sınırlama ve sorumluluklarından muaf tutabilir. Olağanüstü hâl, yasanın, siyasal düzenin korunması adına askıya alınmasıdır. Bu durumda, yasa ihlal edilmiş olmaz, yalnızca bir süreliğine uygulanmamış olur. Öte yandan, hukuki anlamda bir düzen hâlâ mevcuttur; çünkü uygulanmama hali, hâlâ geçerli olan, ama uygulanmayan yasal düzende temellenmiştir ve bu düzen sayesinde meşruiyet bulur. Bu anlamda yasa, öngöremediği/içeremediği durumları, kendisini askıya alarak içerir. Egemenin iktidarı da buradan kaynaklanır, çünkü olağanüstü hâl ilan edebilen kişi, iktidarını, uygulanmayarak uygulanan bir yasal düzende temellendirir: bir yandan yasanın meşruiyetini arkasında hisseder, öte yandan, bu yasa uygulansaydı sorumlu tutulabileceği eylemler için hesap vermek zorunda kalmaz (7).
Bu nedenle de Agamben’e göre olağanüstü hâl ilan etme yetkisi (elbette sıradan ve bizim yasalarımızdaki olağanüstü hâl düzenlemelerine atıf yapılmıyor), “öldürme izni” gibidir. Bu noktada Naziler’in toplama kampları bir örnek oluşturur. Buralarda yasanın askıya alınmasıyla insan egemen karşısında çıplak kalmış olur: sadece yalın var oluşuyla vardır. Cinayet dahil her şey serbesttir. Kampta, kentin yasası askıdadır (8).
*
10 Ekim Katliamı’nın bir kesim ve hatta devlet tarafından “katliam” olarak tanımlanmamasını anlamak için bu tarihsel çerçeveye ihtiyacımız var.
Devletin “kutsal”, egemenliğin en büyük aracı sayıldığı Türkiye gibi ülkelerde “baba” olarak konumlanan devleti kızdırmanın bedeli, “meşru şiddetin” hedefi haline gelmek…
Bu bazen cezalandırmak amaçlı kullanılabiliyor, bazen “ıslah” hedefiyle, bazen yok etmek için.
Kimi zaman da egemenliğin yeniden üretilmesi gerektiğinden…
Tam da bütün bu gerekçelerle 10 Ekim Katliamı’nın katliamlar tarihimizde muazzam bir yeri var. 10 Ekim Katliamı, bir dönüşüm sürecinin dönüm noktası. Neden dönüm noktası? Yukarıda aktarılan kronolojiye bakıldığında resim biraz daha netleşiyor.
Yazıya “katliam” kelimesinin etimolojik kökeniyle başlamıştık. Kelimenin anlamına bakıldığında, tam da bu nedenlerle, 10 Ekim için “katliam” ifadesinin yerli yerine oturduğunu net biçimde görebiliriz.
Teşekkürler: Gökçer Tahincioğlu ve 10 EKİM HAFIZA
Yorumlar (0)