Hamit Bozarslan: 'Türkiye Kürtlerin aynı zamanda Ortadoğu realitesi olduğunu göremiyor'
Dünya siyasetinin domino taşlarının, ABD seçimlerinden başlayarak Ortadoğu'ya kadar birbirini nasıl etkilediğini, Türkiye'nin iç ve dış siyasetini bu dengeler içinde nasıl şekillendirmeye çalıştığını, Ortadoğu uzmanı Prof. Dr. Hamit Bozarslan ile konuştuk.
20 Kasım Çarşamba 2024
Dünya, Trump’ın ikinci dönemine hazırlık yaparken, Trump yeni kabinesi için hızlı biçimde isimler açıklamaya başladı. Açıklanan isimler ve izledikleri siyaset küresel düzeyde ihtiyatlı bir karamsarlık havası yarattı. ABD’de atılan bu adımları, açıklanan bu isimleri not alan, projeksiyonda bulunmaya çalışan bölgelerin başındaysa Ortadoğu geliyor. Bir hayli belirsizlik ve çatışmaya gebe bir atmosferi devralacak Trump’ın ne yapacağı, bölge aktörlerinin gündelik ve gelecek siyasetinin temel belirleyeni. Türkiye de bu çerçevede yol haritası oluşturmaya çalışan ülkelerden biri ve Kürtler de bu senaryonun temel belirleyeni olacağa benziyor.
Trump ve kabinesi ABD açısından nasıl bir bloku temsil ediyor? İsrail siyasetini şekillendiren hakim blokun aklında ne var? İsrail-İran çatışması dünya ve bölgeye nasıl bir belirsizlik bırakır? ABD, Suriye’yi Rusya’ya mı devredecek? Türkiye’nin dış politikasında Kürt sorunu nerede duruyor? Bahçeli’nin çıkışları yeni bir hegemonik blok oluşum daveti mi? İktidarın stratejisi neden netleşmiyor? CHP ve DEM Parti arasındaki trafikten bir karşı hegemonya çıkar mı? Bu soruları École des Hautes Études en Sciences Sociales’ta öğretim üyesi ve Ortadoğu uzmanı olan Prof. Dr. Hamit Bozarslan’a sorduk.
Bozarslan’a göre Türkiye’de hali hazırda iktidar içerisinde bir polikrasi mevcut ve Kürt sorunu için şeffaf bir stratejinin oluşmasını engelleyecek kadar iç çatışma hakim. Bunun karşısında konumlanan muhalefet ise eğer CHP demokratikleşme ve Kürtlerin meşruiyetini kabul eden bir program oluşturursa ve geçmişiyle hesaplaşırsa ancak karşı bir hegemonya kurabilir.
Prof. Dr. Bozarslan’ın sorularımıza cevapları şöyle:
Trump’ı ikinci dönemi için Beyaz Saray’da yeniden göreceğiz. Kabinesinde yer alacak isimleri de açıklamaya başladı. Trump’ın kabinesi nasıl bir dönemin kapısını aralıyor? Temsil ettiği blok bize ne söylüyor?
Trump’ın yeniden seçilmesi kesinlikle çok önemli bir gelişme. Oluşturduğu blok konusuna gelirsek, Pierre Bourdieu bu konuda sermayeler arası geçişten, yani ekonomik ve kültürel sermaye arası geçişkenlikten, tamamlayıcılıktan bahsederdi. Ancak şu anda gördüğümüz bir geçişten ziyade bir sermaye kopuşu olgusu. Elit olarak tanımlanan kesimler ki, bunlar kadınları, göçmenleri, demokrat katmanları, öyle ya da böyle üniversiteleri içeren, kültürel sermayesi olan katmanlar, ki buna azınlıkların bir kısmını da eklemek gerekiyor, işte bu katmanlar elit olarak tanımlanıyor ve şu anda bir düşman olarak görülüyor. İktidara gelen yeni blok, aslında 2000’lerden bu yana yoğunlaştı, burada Çay Partisi'ni (Tea Party) unutmayalım. Bu blokun şöyle bir özelliği var: Hem çok zenginleri hem de toplumun yoksul kesimlerini bir araya getirebilen bir yapısı var. Kendisini hegemonik bir blok olarak tanımlamıyor, ama aynı zamanda gerçek ve tek Amerika’yı temsil ettiğini, tek Amerikan kültürünü temsil ettiğini ifade ediyor. Amerika’da olanlar bu açıdan çok önemli. Amerika’da bir savaş kabinesi mi kuruluyor sorusu soruluyor. Bana kalırsa şu anda bunun cevabı şu: Amerika’da Amerikan kültürüne karşı bir savaş kabinesi kurulduğu görülüyor.
‘TRUMP’IN KURDUĞU KABİNE BİR SAVAŞ KABİNESİ ANCAK İÇERİYE DÖNÜK, İÇ ÇATIŞMAYA DÖNÜK BİR SAVAŞ KABİNESİ’
Yani bir savaş/çatışma olacak ancak bu uluslararası bir savaş değil mi?
Evet, bir savaş/çatışma görme ihtimalimiz var, ancak bu içeriye dönük olacak. Şu anda bir iç savaş yok elbette, ancak Trump bu karşı karşıya gelme isteğini hiç gizlemedi. Benzer biçimde Trump’ın eski danışmanlarından Steve Bannon, komplo teorilerine inanan birisi, bizim iktidarımızın zamanı geldi, bu iktidar bir savaş iktidarı diyor. Bannon’ın kastettiği şu aslında, bu iktidar dışarıda bir savaş iktidarı değil, içeride bir savaş iktidarı. Kurulan blok da buna göre şekillendi zaten.
‘UZUN ERİMLİ ZAMAN DİLİMİ İLLE DE BARIŞ YANLILARININ LEHİNE OLMAYABİLİR'
Analizlerinizde hegemonik blok kavramını İsrail özelinde de kullanıyorsunuz. Hatta bu noktada sadece Netanyahu’ya bakmak eksik bir değerlendirme olur diyorsunuz. Hegemonik blok kavramını da dikkate alırsak var olan durumu anlamak için hükümet/Netanyahu dışında neye bakmak gerekiyor?
Bence tarihsel gelişime bakmak gerekiyor. Karşılaştırmak kolay değil, ancak Amerika gibi bir ülke Obama dönemini, Biden dönemini yaşadı. Bu iki dönem dış siyaseti ne olursa olsun, ABD demokrasisi adına önemli bir kazanımdı. İsrail’de de böyle bir dönem yaşandı: İzak Rabin dönemi, Oslo süreci dönemi (1993-1995). Gördük ki böyle dönemlerde çok hızlı gitmek ve barışı geri dönülemez bir aşama olarak dayatmak gerekiyor. Şu ya da bu şekilde ‘hem milli güvenliğimizi koruyalım hem hegemonyamızı koruyalım hem de Filistin sorununa bir çözüm bulalım’ dediğinizde ister istemez bir yığın konu muallakta kalıyor. İşte bu muallakta kalış, bu projelere karşı olan katmanların güçlenmesine de katkı sunar. Zaman çok önemli bir olgu. Gramsci de bunun farkındaydı, ancak sadece Gramsci değil, Mussolini de bunun farkındaydı. Bu durumlarda hızlı hareket etmek gerekiyor, uzun erimli zaman dilimi ille de barış yanlılarının lehine olan bir zaman dilimi değil.
‘1980’LERDEN İTİBAREN İSRAİL SAĞINDA BİR HEGEMONİK BLOK OLUŞMAYA BAŞLADI, 2000’LERDE LİKUD’UN DEĞİŞİMİNDE BU NETLEŞTİ’
İsrail’de olup biteni anlamak için biraz geçmişe 1980’lere uzanmak gerekiyor, çünkü 1980’lerin başında burada bir hegemonik blok oluşuyordu. Begin dönemini, Lübnan Savaşı’nı, Sabra ve Şatilla katliamlarını, Filistinlilere dönük kullanılan ifadeleri, İsrail ile Güney Afrika arasındaki ilişkileri hatırlayalım. Bu dönemde arka planda daha çok Yahudi milliyetçiliğine dayanan bir sağ vardı. Dini hareketler henüz bu denli güçlenmemişti. 2000’lerde bu dini hareketler güçlendi ve neredeyse İsrail sağını esir aldı. Sağ, örneğin Likud bir değişim geçirdi. Bu nedenle uzun erimli zamanı ele alabildiğimizde İsrail’in bugünkü siyaseti daha iyi anlaşılır.
‘NETANYAHU 'ORTADOĞU’DA STRATEJİK DENGELERİ DEĞİŞTİRME ZAMANIMIZ GELDİ VE BU GÜCE SAHİBİZ’ DİYOR’
Hegemonik blok odaklı şekillenen bu yapı, İran özelinde Ortadoğu’ya dönük bize ne söylüyor? Yani İsrail İran’a saldırır mı diyoruz, bu bir soru. Peki böyle bir saldırı geriye ne bırakır? Irak’ta bunun bir örneğini gördük, benzer biçimde harap olmuş bir İran ile ne yapılacak?
İran’a dönük saldırı nereye kadar gidecek, İran ne düzeyde karşılık verecek bunu kestirmek güç. Burada Netanyahu’nun açık olan bir mantığı var, Lübnan’da gördüğümüz kadarıyla da bu ordunun mantığı: Ortadoğu’da stratejik dengeleri değiştirme zamanımız geldi ve bu güce sahibiz. Bu aslında yabancısı olduğumuz bir mantık değil. Irak işgali öncesinde duymuştuk. George W. Bush, Paul Wolfowitz, Donald Rumsfeld Irak konusunda benzer bir hattan konuşmuştu, onlar da var olan dengeleri değiştirebiliriz demişti.
Bahsettiğimiz bu yaklaşım, var olan dengeleri dikkate alıyor, ancak henüz şekillenmemiş, ortaya çıkmamış dinamikleri ele almıyor. Bunu Irak’ta açık şekilde gördük, Bush yönetimi Irak’ta operasyonel bir mantıkla hareket etti. Şöyle düşündüler: Sünniler, Şiiler ve Kürtler olmak üzere üç yapı/cemaat var. Sünniler Baas ile bağlantılı, onları alt etmeliyiz. Şiiler her hâlükârda bizi destekleyecek, Kürtler zaten bizim tarafımızda. İşte bu gelişmekte olan dinamikleri hesaba katmayan bir yaklaşımdı. Şiilerin içinde ABD karşıtı bir tepkinin oluşabileceğini hesaba katmadı, El-Kaide’yi hesaba katmadı. O nedenle bugün Netanyahu var olan dinamikleri gözeterek konuşsa bile yarın nasıl dinamikler ortaya çıkacak, eski dinamiklere yeni dinamikler eklenebilecek mi, mezhep dinamikleri yeni bir radikalizme yol açabilecek mi? Bu sorulara yanıt veremiyoruz, çünkü bu dinamikler henüz ortaya çıkmadı.
‘İRAN’IN ORTADOĞU’DA MİLİS DİPLOMASİSİ DIŞINDA HİÇBİR SİYASETİ YOK’
Sanıyorum öngörülemeyen bu dinamikler İran için de geçerli?
Evet, İran için de aynı şey geçerli. İran rejimi 20 yıldır bir krizde ve buna bulduğu çözüm Ortadoğu’da milis siyaseti. İran’ın Ortadoğu’da milis diplomasisi dışında hiçbir siyaseti yok. İran ve Lübnan’da 2019’da artan bir devrim senaryosu yaşandı. Her iki ülkedeki bu devrim reaksiyonu, Şii gençliğinin, Şii kadınının artık kendisini feda etmek istemediğini, artık Kerbela’nın bedelini ödemek istemediğini, nesneden özneye geçmek, tebaadan vatandaşlığa geçmek istediğini gösteriyordu. İran, Hizbullah, Haşdi Şabi bunu Covid salgınının da etkisiyle bastırabildi. Yani hem İran hem de Lübnan’da rejime karşı Şiilik kaynaklı bazı dinamikler var. Bu dinamikler yarın nasıl gelişecek bunu da bilemiyoruz. O nedenle bana kalırsa şu anda hem Netanyahu’nun hem İran rejiminin stratejisi öngörülemeyecek senaryolara yol açabilecek durumda. Ancak açık olan bir durum daha var: İran 7 Ekim’den bu yana ABD ile müzakere talebini dile getiriyor.
‘ABD İLE İRAN ARASINDAKİ MÜZAKERELER, ZAYIFLAMIŞ BİR İRAN KOŞULLARINDA GERÇEKLEŞECEK’
Evet, bu söylediğinizi destekleyecek şekilde İran, Musk üzerinden ABD ile görüştü. Sanıyorum devamını bekleyebiliriz diyorsunuz.
İran bunu söylüyor, bunun yanında Trump da İran’a dönük müzakerelere işaret eden ifadeler kullanmıştı. ‘Artık İran ile savaş dönemini kapatmamız gerekiyor’ demişti. Burada şöyle bir mantık işliyor sanıyorum: Uluslararası ilişkiler, bu konuda insan hayatını hiçe sayan ve insana zarar verme kapasitesini son raddeye kadar kullanan bir yaklaşıma da sahip. ‘İran’a çok büyük zarar verebiliriz, İran da bize çok büyük zarar verebilir. Fakat bu zarar verme kapasitesinden yola çıkarak belirli bir noktada uzlaşmaya varabiliriz’. Harris iktidarda olsaydı, bu müzakere süreci daha kolay gerçekleşebilirdi, ancak şu anda da bu müzakere süreci şu ya da bu şekilde gerçekleşecek. İran 7 Ekim’e göre çok daha zayıf durumda, hem Hamas hem Hizbullah çok ağır darbeler yediler. Yenilmediler, çünkü son tahlilde savaşın anlamı sadece askeri değil. Milli meseleler milli mesele, siyasi meseleler siyasi mesele olarak ele alınmalı. Bu açıdan bir yenilgiden de İsrail’in zaferinden de bahsetmek mümkün değil. Ancak askeri açıdan her iki örgütün de ciddi hasar aldığı açık ki bu İran’ın da zayıfladığı anlamına gelmekte. İşte müzakere süreci bu koşullarda gerçekleşecek.
‘ABD KÜRTLERİN SİSTEME BİR ŞEKİLDE YENİDEN ENTEGRE EDİLDİĞİ BİR SURİYE İSTİYOR’
Ortadoğu denkleminin önemli aktörlerinden biri Rusya. Trump dönemiyle beraber, Ukrayna’da ABD politikası açısından bazı değişimler görebiliriz. Ancak Rusya ve ABD arasındaki ilişkiler Suriye, İsrail, Kürtler, Türkiye gibi saha aktörlerini etkileyecek kapasite ve tarihsel/siyasal niteliğe sahip. Trump dönemi, Rusya ile ABD arasındaki ilişki Suriye’nin geleceği konusunda bize ne söyleyecek?
Trump’ın şu an ne yapabileceğini kestirmek güç olsa da şunu hatırlayalım: Trump, ilk döneminde rasyonaliteyi imha eden bir siyaset izledi. Örneğin İran’a saldırma yanlısı olan Trump’ın ulusal güvenlik danışmalarından John Bolton, kısa süre sonra resimden çıkarıldı. Buysa Trump’ın aslında ille tutarlı bir strateji izlemeyebileceğini gösteriyor.
Trump’ın A takımı bir önceki kabinesine göre çok daha güçlü isimlerden oluşuyor. Bu güçlü kişilerin belli bir ağırlığı olacak mı olmayacak mı? Bunu da şu anda bilemiyoruz. Çünkü bu belirleyici ağırlık aynı zamanda Amerikan müesses nizamının var olduğu anlamına gelmekte. Öte yandan bu nizam, Trump’ın ilk döneminde ciddi bir şekilde yıpratıldı, bu nedenle beklememiz gerekecek. Ancak şunu göz önüne alalım, ABD’de, yalnızca Trump’a özgü olmayan bir kanaat var. ‘Suriye meselesi bizim meselemiz değil, fakat Kürtlerin de tümüyle imha edilmesini istemeyiz’ diyorlar. O nedenle Kürtlerin de sisteme bir şekilde yeniden entegre edildiği yeni bir Suriye isteniyor.
‘ABD, SURİYE’Yİ HİÇBİR ŞEKİLDE KENDİSİNE TEHDİT OLUŞTURMAMASI ŞARTIYLA RUSYA’YA DEVREDEBİLİR’
Eğer bunda Rusya önemli bir rol oynarsa Suriye’nin Rusya’ya terk edilmesi ihtimali var. Bu ne kadar geçerli olur bilemiyorum, ancak şunu hatırlayalım: 2013’te Obama yönetimi, Suriye’yi havadan bombalamaya hazırlanırken Rusya araya girmişti. ABD bu noktada tabiri caizse Suriye’yi adeta Rusya’ya bırakmıştı. Bu model yeniden gündeme gelebilir: Yani Kürtlerin tümüyle imha edilmediği, hiçbir şekilde ABD’ye tehdit oluşturmaması şartıyla Suriye’yi Rusya’ya devretme. Bu akıl dışı bir senaryo değil, ancak bunun hatlarını şimdiden kestirebilmek de çok zor.
‘TÜRKİYE ORTADOĞU’DA ON YILINI KRİZ ÇIKARMAKLA KALAN ZAMANINI DA KRİZLERİ YATIŞTIRMAKLA GEÇİRDİ’
Ortadoğu’da bu gelişmeler yaşanırken son 15 yıldır Ortadoğu’da aktif bir pozisyon edinen Türkiye’nin politikalarında nasıl bir değişim göreceğiz? Kürt sorununa dönük kafa karıştıran hamleleri bu çerçevede Ortadoğu’da siyaset değişimine yorabilir miyiz?
Bunu da şimdiden kestirmek güç. Ancak 1990’ları hatırlayalım: Türkiye’nin dış politikası tamamen Kürtler üzerine kuruluydu. Bir yandan Lübnan ve Suriye’deki PKK varlığı bir yandan da Irak’ta bir Kürdistan oluşmasını önlemeye çalışmaya dayanıyordu. O yıllarda da benzer biçimde 2015’ten sonra da Türkiye’nin Kürtler dışında izlediği bir dış siyaseti olmadı.
2010-2013 arasında Erdoğan, Davutoğlu ve onun yanında konumlanan güçler Türkiye’nin Ortadoğu’da bir primus inter pares (eşitler arasında birinci) olacağını, bölgede Türkiye’nin bir rol model ve belirleyici olacağını düşünüyordu ki buna bazı demokratik güçler de inanıyordu. Nitekim Obama yönetimi de Türkiye’nin bir demokratik güç olarak Ortadoğu’da liderlik rolü üstelenebileceğini düşünüyordu. Fakat Kobani’den sonra, 2014’ten sonra Türkiye’nin dış siyaseti neredeyse tamamıyla Kürt siyasetiyle bağlantılı olarak şekillenmeye başladı. Türkiye’nin izlediği siyaseti yorumlayalım, ancak burada rasyonel aklın yok edildiğini de görelim: Rusya uçağının düşürülmesinde, Körfez'le yaşanan krizlerde, Mısır ile yaşanan krizlerde, Suriye’de izlenen siyasette bu rasyonalite eksikliğini gördük. Yani Türkiye on yılını kriz çıkarmakla sonraki yıllarını da krizleri yatıştırmakla geçirdi, kala kala Suriye kaldı.
‘TÜRKİYE BİR KÜRT REALİTESİ OLDUĞUNU GÖRÜYOR, ANCAK BUNUN BİR ORTADOĞU REALİTESİ OLDUĞUNU GÖRMEK İSTEMİYOR’
Türkiye şu anda bir Kürt realitesi olduğunu görüyor, ancak bunun bir Ortadoğu realitesi olduğunu görmek istemiyor veya Ortadoğu’daki Kürt realitesini ortadan kaldırmak istiyor. Afrin’e dönük izlenen yok edici siyaset bunun bir örneği ki bunun tarihine uzanmak gerekiyor. 1930’larda izlenen siyaset ve raporlarda da bunun benzerini görüyoruz: Fırat’ın batısının Kürtleşmesinin engellenmesi ve Fırat’ın doğusunun Kürtsüzleştirilmesi. Yani Kürtleri sürekli tehdit eden bir grup olarak algılamak, Kürtlüğün Türklüğü tehdit eden bir bünye olduğunu düşünmek ve mümkün olduğu kadar Ortadoğu’da Kürt olgusunu ortadan kaldırmak. Sanıyorum Kobani bu açıdan bir örnekti ki Kobani Türkiye’de açılım sürecinin başladığı bir dönemde gerçekleşmişti. Bu nedenle karmaşık bir durum var. Kaldı ki şu anda Türkiye’de olup bitenler şeffaf değil, ancak 20. yüzyıl tarihini dikkate alırsak Türkiye’nin bu konuda kaygılarını, gotik korkularını yenemediğini görüyoruz.
‘ŞU ANDA İKTİDAR İÇİNDE BİR STRATEJİ BELİRLEYECEK GÜÇ VEYA YAPI YOK GİBİ’
İsrail’deki hegemonik bloktan bahsettik. Neredeyse her ülkede aslında böyle bir hegemonya oluşumu ve buna destek olan yan aktörleri görüyoruz. Türkiye özelinde duruma bakarsak 2015’ten sonra AK Parti iktidarı kendi bloku içinde bir değişime giderek yanına MHP’yi kattı, bazı eski ortaklarını kenara koydu. Bu bağlamı gözetirsek bugün daha çok MHP üzerinden duyduğumuz Öcalan çıkışları yeni bir blok inşasının habercisi mi?
Şeffaf bir ortamda olmadığımız için iktidarın stratejisini değerlendirmek zor. İktidarı kimler oluşturuyor, iktidar içerisindeki bloklar nasıl şekillendi, kırılma noktaları neler, beklentiler neler, geliştirilen senaryolar neler? Bunları kestiremiyoruz.
Daha önceki okumalarımda bir fesat kumkumasından bahsetmiştim ki şu anda da belki bu noktadayız. Yani bir senaryonun uygulanmasını engelleyebilecek düzeyde iç çatışmanın yaşandığı ve ancak mevcut halinde devam edemeyeceğini gösteren bir durum var. Bu ne kadar sürecek bilemiyorum, ancak bana kalırsa şu anda iktidar içerisinde strateji belirleyecek bir güç de yok gibi, çünkü burada değişik blokların, çıkarların varlığı söz konusu. Yani bir anlamda Türkiye’de bir polikrasi durumu var, ancak bir reis prensibi de var. Kırmızı ya da yeşil ışık mı yanacak? O karar veriyor, kırmızı çizgiyi o belirliyor, ancak aynı zamanda oligarşik veya polikratik bir durum da yaşanmakta, buysa değişik katmanların var olduğu anlamına geliyor.
‘MHP’NİN AÇIKLAMALARI KARŞISINDA ÜLKÜCÜ KATMANLAR NASIL DAVRANACAK? BUNU DA BİLMİYORUZ’
Bu, MHP ve genel olarak ülkücülük camiası için geçerli. 2015’teki değişimden bahsettiniz haklı olarak bu değişim aynı zamanda PÖH’lerin JÖH’lerin oluştuğu bir dönemdi. Bunların ağırlıklı bir kısmı da ülkücülerden oluşuyordu. İşte bu ülkücü katmanlar yarın böyle bir gelişme karşısında nasıl davranacaklar? Bunu şimdiden kestirmek çok zor. Ancak şunu söylemek mümkün: İktidar içinde şeffaf bir stratejinin oluşmasını engelleyecek kadar iç çatışmanın yaşandığı kesin.
‘BİR KARŞI HEGEMONİK BLOK KURULUP KURULAMAYACAĞINI CHP BELİRLEYECEK’
İktidar cephesinde bunlar yaşanırken muhalefetin, özellikle CHP’nin politikalarında değişim var, bunu yerel seçimler ve atanan kayyımlar karşında öncekinden farklı tepkilerinden daha iyi görüyoruz. Örneğin hem İmamoğlu hem de Özel kayyım ataması sonrasında Mardin’e gidip Ahmet Türk ile görüştü, buradan seslerini yükseltti. Hegemonik blok dedik, peki muhalefette özellikle CHP ve DEM Parti arasında bir karşı hegemonya kurma girişimi var diyebilir miyiz?
Bunu CHP belirleyecek. Böyle bir gelişmenin olabilmesi için CHP’nin yüzyıllık tarihinden kopması, eşitliği kabul etmesi, Kürt meselesinin meşruiyetini, demokrasinin meşruiyetini kabul etmesi gerekiyor. Ayrıca bunu söylemin ötesinden bir programa dökmesi gerekiyor.
‘İSPANYA MODELİ TEMEL ALINARAK İLERLENEBİLİR’
CHP’nin geçmişiyle hesaplaşması ve 2030-2040’larda nasıl bir Türkiye görmek istiyor bunu belirlemesi gerekiyor. Bu bağlamda İspanya modeli temel alınabilir bence. İspanya otoriteriyenizmden nasıl çıktı? Franco rejimi altında olan İspanya sonrasında nasıl demokratikleşti? Demokrasinin bir temel olduğunun, bunun yanında Bask ve Katalan meselesinin de meşru sorunlar olduğunun kabulüyle. Peki CHP bu aşamaya varabilecek mi? Sorun yalnızca Kürtlere eşit vatandaşlık verilmesi değil, çünkü Kürtlüğünü sahiplenmeyen zaten Türkiye’de eşit bir vatandaş. Sorun zaten Kürtlüğün, Rumluğun, Ermeniliğin meşruiyetinin kabul edilmesi. Bu, aynı zamanda geçmişle bir hesaplaşma ve geçmişin karanlık sayfalarının açılması demek. CHP bunu yapabilecek mi? Umuyorum yapar.
Gazete Duvar Yazarı Mühdan Sağlam ve Gazete Duvar'a teşekkürler...
Hamit Bozarslan: 'Türkiye Kürtlerin aynı zamanda Ortadoğu realitesi olduğunu göremiyor'
Yorumlar (0)