Bir katliamın anatomisi: 10 Ekim (3)

10 Ekim 2015... Zamanın Ankara Garı önünde durduğu gün... 10 Ekim Avukat Komisyonu, 10 Ekim Katliamı’nın 10. yılı için bir “hafıza çalışması" başlattı. Amaç, katliamın farklı boyutlarını görünür kılmak ve yaşananların kaydını kendi sözlerimiz ve kavramlarımızla tutmak. Çok sayıda kişinin ve bileşenin gönüllü emeğiyle hazırlanan bu çalışmanın başlığı: "10 Ekim'in 10. Yılında 10 Kavram". Her kavram farklı bir yazar tarafından kaleme alındı; gönüllüler tarafından seslendirildi ve özgün çizimlerle tamamlandı. Dayanışma-Datça olarak, gazeteci-yazar dostumuz Gökçer Tahincioğlu'nun "Katliam" kavramı üzerine yazısını 3 bölüm hâlinde yayınlıyoruz.

Bir katliamın anatomisi: 10 Ekim (3)

Devlet babayı kızdırmanın olağan ve olağanüstü halleri: Bir katliamın anatomisi

(3. bölüm)

Yazının 1. bölümü için tıklayınız.

Yazının 2. bölümü için tıklayınız.

Katliamın öncesine bakalım.

Çözüm süreci, Suruç’ta yaşanan canlı bomba saldırısıyla aslında bitmişti. Sadece resmen bitirilmesi gerekiyordu. Buna rağmen “barış” kavramında direnenler, sadece? 7 Haziran seçiminin etkisiz kılınmasına değil, toplumsal barış çabasından vazgeçilmesine de? itiraz ediyordu.

Ankara Gar Meydanı’nda toplanma gerekçesi, bu nedenle “barış” olarak açıklandı… Ancak unutulan bir nokta vardı.

Çözüm süreci devam ederken şifalı bir anlamı varmış gibi davranılan “barış” kelimesinin anlamı artık değişmişti. Kelime, artık “terörizm” ile eş anlamlı kullanılmaya başlanmıştı.

9 yaşındaki Veysel de babası da elbette bunu bilemezdi. Babası, siyasal deneyimleriyle bunu elbette seziyordu ancak kimsenin aklına Ankara’nın göbeğinde IŞİD saldırısı gelmiyordu.

Oysa emniyet uyarılmış, IŞİD’in çeşitli kentlerde bombalı saldırı düzenleyebileceği istihbaratı verilmişti. İronik görünebilir ancak bunun da evrensel bir karşılığı var.

Böyle bir ortamda taşları yerli yerine oturtmak, sisteme entegre hareket etmekten geçer.

Terör eylemini düzenleyen Gaziantep hücresi tanıdıktı. Başta örgütün Türkiye emiri İlhami Balı olmak üzere, tanıdık pek çok isim bu hücreyle bağlantılıydı.

Devlet bu hücreyi gayet iyi tanıyordu zira yabancı ve Türkiyeli savaşçılar, Gaziantep hücresinin organizasyonuyla, İlhami Balı tarafından Suriye’ye geçiriliyordu. Bu faaliyetlerin tamamı telefon dinlemelerine takılmıştı ve buna rağmen hücreye karşı harekete geçilmemişti. Nedense dinlemeler de 2015’e gelindiğinde aniden bitirilmişti.

Öyle ki HDP’nin 5 Haziran mitingine bombalı saldırıyı düzenleyen Orhan Gönder ile yakalanıp serbest bırakıldıktan sonra Brüksel’de havaalanında bombalı saldırı düzenleyen yabancı savaşçı, Gaziantep’te bir parkta, aynı araç içinde, tesadüfen yakalanmışlardı.

Bombalı saldırıda iki canlı bomba öldü. İlhami Balı başta olmak üzere bir ayakları Türkiye’de bulunan, eylemleri organize edenlerin büyük bölümü Suriye ve Irak’a kaçtı.

Gaziantep hücresinin kalan bölümü, operasyonlar sırasında intihar eylemleri yaptı.

10 Ekim günü, katliama rağmen Ankara’da hayat durmadı. Başbakan Davutoğlu, “kokteyl terör” gibi ucube bir kavramla katliamı gerekçelendirerek, hendek operasyonlarının zeminini de yarattı.

Konya’da birkaç gün sonra yapılan milli maç sırasında, katliamda ölenler yuhalandı. Bu da garip değildi. Zira bin yıllık marşları söyleyerek halay çeken gençlerin, marştaki “Bu meydan kanlı meydan” sözleri, “Öleceklerini biliyorlardı, devlete karşı komplo” olarak yorumlandı. Ölenler, ölmeyi “hak edenler” olarak kodlandı.

Yıllarca Gar Meydanı’na anıt dikilmesi çok görüldü. Katliamın yıldönümlerinde Gar Meydanı’nda eylem yasaklandı. Devlet, 10 Ekim’i unutulması gereken bir gün olarak kodladı akıllara.

Hendek operasyonları başlayıp, il ve ilçe merkezlerinde olağanüstü hâl ilan edildiğinde itiraz eden kim varsa hepsine dava açıldı.

2016’daki darbe girişiminden sonra OHAL başladığında, darbeyle en ufak ilgisi olmayan öğretmenler, barış akademisyenleri, memurlar ihraç edildi. 10 Ekim Meydanı’na gelip hayatta kalanlar da fişlenmişti.

Toplumsal muhalefetin kanatları o meydan üzerinden kırıldı, kırılmak istendi. Davalar, ihraçlar, soruşturmalar, operasyonlarla nefessiz kalan muhalefetin ayağa kalkmasına bile izin verilmedi. Başkanlık referandumu ve ilk başkanlık seçimi de tam bu ortamda yapıldı. Artık, “Seni başkan yaptırmayacağız” sloganını coşkuyla alkışlayanların yüksek sesle itiraz edebilmeleri mümkün değildi. Edenlere de medya ambargosu uygulanıyordu. Yeni bir sistemin yapı taşları o günden bugüne dizildi.

*

Ancak sesleri kısılanların, yok sayılmak istenenlerin direnişini kayda geçirmemek, yeniden nasıl ayağa kalktıklarını, her seferinde kalkabildiklerini görmemek büyük bir eksik olur. Tarih yazılırken sadece katliam değil, buna karşı gösterilen direniş de eklenmeli.

Foucault’ya göre de iktidarın olduğu yerde zaten direniş de vardır. Dinamiğin unsurlarından birinin mevcudiyeti diğerini zorunlu kılmaktadır. Birinin yokluğunda diğerinden de bahsedilemez. Şu cümlesini not edelim:

“Sadece şunu söylüyorum. Bir yerde iktidar ilişkisi ortaya çıkar çıkamaz orda direniş imkânı da belirir. İktidarın kapanına sıkışıp kalmayız asla, iktidarın üzerindeki pençesini belirli koşularda ve kesin bir stratejiye göre gevşetip değişikliğe uğratabiliriz.”

12 Eylül rejiminin cezaevi “ıslah” politikalarına ölüm orucuyla karşı koyanlar, darmadağın edilen örgütlü yapıların yerini derneklerle yavaş yavaş dolduranlar, işkenceleri, katliamları unutmayarak uzun yıllara yayılan bir yargı mücadelesine başlayanlar, yasaklı sokaklara ısrarla çıkanlar, soylu insanlık tarihinin örnekleri…

Silindire dönüşmüş iktidar mekanizmalarına mikropolitikalarla, “her yerde baskı varsa her yerde direniş de vardır” şiarıyla karşı koyanlar, defalarca tarihin akışını değiştirdiler.

Bugün örneğin 90’lı yıllardaki faili meçhul cinayetlerden söz ediyorsak, bu cinayetleri durduran, failleri ve devlet bağlantılarını ifşa eden Cumartesi Anneleri’ni, hukukçuları, siyasetçileri de anımsamamız gerekiyor. O yıllar sadece şiddet yılları değil aynı zamanda direniş yılları.

İHD’nin idam karşıtı kampanyası, TİHV’in işkenceye karşı evrensel bir protokolün mimarı olması, kadınların örgütlü mücadelesiyle kanunların değiştirilmesi, kahramanlaştırılmak istenen Susurluk-JİTEM yapılanmalarının deşifre edilmesi.

Tıpkı bu dönemlerde olduğu gibi 10 Ekim sonrasında da bir yandan kederiyle boğuşan toplumsal muhalefet, diğer yandan var oluş mücadelesini sürdürdü. Operasyonlara, tutuklamalara karşı dik durdu ve sözünü yaratılan korku iklimine rağmen söylemeye devam etti. İhraçlara karşı dayanışma ile ayakta duruldu. Hukuksuzluğa karşı evrensel hukuk üzerinden söz söylendi. En güçsüz anında bile yeniden ayağa kalkabilmek için kurumlarını ayakta tuttu.

10 Ekim ile ilgili verilen mücadele de bunun büyük bir parçası. Bugün 10 Ekim’in öncesi ve sonrasını çıplak biçimde görebiliyorsak, başta hukukçular ve aileler olmak üzere, toplumsal muhalefetin ısrarına borçluyuz.

Bu ısrar neye mi yaradı? Giderek kurumsallaşan baskı ortamının bu amacını tam olarak gerçekleştirememesi, giderek kurmaya çalıştığı yapının tuğlalarının dökülmesi, toplumun soluklanabilecek nefes aralıkları bulabilmesi, yasaklı ilan edilen, terörizmle eşdeğer görülen sokağın yeniden halka açılabilmesi bu ısrarın sonucu. Bugün umuttan söz edebiliyorsak, bu umudun inşa edilmesinin ancak direnenlerle mümkün olduğunu da unutmamalıyız.

*

Tarihe, 10 Ekim’in bir katliam olarak anılamayacağını geçmek istediler. 10 Ekim’in yıldönümlerinde bir tek demeç, bir tek açıklama duymamış olmamızın nedeni bu. Anmaların engellenmesinin nedeni bu…

Suriye’de Esad rejimi devrilip, Türkiye’nin de desteklediği HTŞ ve bağlı gruplar iktidara geldiğinde hemen her gün başta Dışişleri Bakanı olmak üzere bir devlet yetkilisinin Suriye’ye gittiğini görür olduk 2024 sonu ve 2025 boyunca.

Bu görüşmelerin bir tekin bile katliamın Suriye’de bulunduğu saptanan faillerinin yakalanması talep edilmedi, bu konuda tek bir açıklama yapılmadı.

Bir kere olsun cumhuriyet tarihinin en büyük terör saldırısı resmi ağızlar tarafından anılmadı.

*

Şimdi hepsini birleştirelim ve aynı kavrama dönelim… Katliam…

Sadece IŞİD tarafından gerçekleştirilmiş olması bile yeterliydi 10 Ekim için bu kavramı kullanmamıza. Ancak fail sadece IŞİD değil, artık bunu verilen mücadele sayesinde açık seçik görebiliyoruz.

Neden 10 Ekim’in toplumsal bir mutabakatla katliam olarak kabul edilmediğine buradan bakmak gerekiyor.

10 Ekim meydanına çıkanların “terör destekçisi”, “terörist” olarak kodlanmasına yol açan söylem, çözüm süreci biter bitmez bu söylemin kolayca ve geniş biçimde kabul bulması, geniş meşruiyet alanı elbette bir günlük hikâye değil.

Bunu dönüştürmek de kolay değil.

Bu yöntemlerin seçilmesinin nedenlerinden biri de bu kadar kolay bir şekilde meşruiyet alanı yaratılabileceğinin çok iyi bilinmesi. Bir katliamın, görülmemesi olanaksız bir katliamın üzeri, dille, birkaç sloganla bile kapatılabiliyor.

10 Ekim sadece cumhuriyet tarihinin en büyük terör saldırısı değil aynı zamanda Türkiye tarihi açısından bir dönemecin sorunsuz geçilebilmesi açısından dönüm noktası özelliği taşıyan bir katliam…

Bu yüzden yargılama sürecine de sadece cezalandırılacak faillerin bulunması, cezasızlık politikasına karşı mücadele yürütülmesi olarak bakılamaz. Yargılama süreci aynı zamanda 10 Ekim’in araçsallaştırılmasına yönelik bir direniş, bir başkaldırı anlamı da taşıyor. Her yıl ısrarla Gar Meydanı’na çıkmak, yaşamını yitirenlerin öykülerini anlatmak, katliama giden yolların yapıtaşlarını işaret etmek ve barışta, tıpkı o gün olduğu biçimde ısrar etmek gibi…

Dönüştürmenin yolu bu ısrardan geçiyor. Bin bir mücadele ile aralanan, katliamın üzerine örtülen meşruiyet perdesini yırtıp geçmenin yolu bu şekillerde yürütülen türlü direnişten.

Bir katliamın katliam olarak tüm kesimlerce kabulü ve ortaklaşması da kelimenin tüm zihinlerde yerli yerine oturması da barışın dilini kurabilmek de bu mücadeleyle mümkün.

O gün Veysel’in çağla yeşili gözleri için birlikte ağlayabilir, çocuk kelimesiyle ölüm kelimesini birbirinden en uzak mesafeye koyabiliriz.

 

Teşekkürler: Gökçer Tahincioğlu ve 10 EKİM HAFIZA

Yazar gökçer tahincioğlu
Yayına hazırlayan can çınar

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış